23 Eylül 2010 Perşembe

THE CYCLE OF LIFE (YAŞAM DÖNGÜSÜ)







BODY WORLDS

Modern Sanatlar Müzesi’nin kapısına yaklaştığımda İstanbul’un karmaşık trafiğinin stresiyle derin bir nefes aldım, “acaba bu kez yetişebilecek miyiz?” sorusu zaten yol boyunca beynimi meşgul etmişti...Çantamdan biletlerimizi ellerim titreyerek çıkardım...

Dostum Sanem hocam ile heyecan içinde sergiyi gezmek üzere ilerledik,görevlinin gerekli,gereksiz tembihlerini dinledikten sonra karanlık koridorlardan kıvrılarak büyülü yolculuğumuza başladık.

Adımlarımız başta ister istemez ürkekti.Bizi nasıl bir ortamın beklediğinin merakıyla hızlandık.Dev ekranlar çıktı ilk olarak karşımıza, bedenlerini bağışlayanların büyük fotoğraflarıyla karşılaştık.Bu görüntüler her zaman gözümüzün görmeye aşina olduğu insan tanımına uygun görüntülerdi.O an içimden geçirdiğim tek cümle “Ben bu bağışı kendi bedenim için yapabilir miydim?

Çılgınlıktı belki.Belki büyük bir cesaretti.

Gunter Von Hagens’in dünyasındaydık artık..İnsan bedeninin en ufak ayrıntısına kadar her şey anlaşılır bir dille,değişik bir görsel sunum ile karşımızdaydı.Tek yapmamız gereken küçük yazılara biraz daha yaklaşmak,onları hızlıca ama sindirerek okumak,düşünce gücümüzün yardımıyla sanatçıyı anlamaya çalışmaktı...Bedenimizin örtüsü olan tenimizin altında bilmediğimiz,daha önce keşfetmediğimiz bir dünya vardı...

Sergide bulunduğumuz ilk on dakika içinde midemdeki hafif bulantı hissine aldırış etmeden; vücudumuzun kas yapısını,kemiklerimizi,sinir sistemimizi,anne karnında geçirdiğimiz süreçlerde büründüğümüz şekilleri tek tek incelerken,mesleki seçimimde bir kez daha doğru karar verdiğimi ve asla doktor olamayacığımı anladım.

Sanatçı; sadece insan vücudunda değil; diğer canlı türlerinin cansız bedenleri üzerinde de çalışmıştı.Şaha kalkmış normal boyutlardan daha büyük bir atla,devasa bir zürafanın bedeniyle,horozun ve bir tavşanın kılcal damarlarını yakınen görmek mümkündü..Atın cansız bedeninin şaha kalkması için tam üç yıl boyunca çalışmış sanatçının ;hem kadın hem de erkek bedenine verdiği şekiller görülmeye değerdi.Elinde kefeniyle mezarından çıkmış bir vücudu ,onun hemen karşısında dans eden bir çift takip etmekteydi.Tüm cansız bedenler sanki bize nispet yapar gibi, hatta bizlerle dalga geçer gibi karşımızda aktivite içindeydiler.Satranç oynayanına ,salıncakta sallananına ,parmak ucunda bale yapanına ,elinde paleti ve fırçasıyla resim yapanına ,spor yapanına rastlamak mümkündü..Hatta bir cansız erkek bedeninin tüm vücudunu sarıp sarmalayan derisi yüzülerek eline tutuşturulmuştu...

Gunter Von Hagens; sağlıklı bir beden yapısıyla hasta bir bedeni kıyaslamamız için de öğretici bilgiler sunmuştu bizlere..Sigara içmiş bir kişinin akciğerinin aldığı hali,alzheimer hastası bir kişinin beyninin büründüğü şekli,gastritli yada ülserli bir mideyi,kanserli bir iç organı,bağırsaklarımızın dilimizle bağlantısını daha önce hiç araştırma yapmamış,bilgi sahibi olmayan biri için gözler önüne sermişti..

Bir odada plastinasyon işlemleri ile ilgili bir videoyu da izlemek mümkündü...

Yavaş yavaş sergi alanındaki gezintimiz bitmek üzereydi.İçeriye ilk girdiğimde küçükken alışveriş ettiğimiz kasap dükkanından görmeye aşina olduğum kanlı,lifli,kaslı et görüntülerini hatırlayarak sakinleşmeye çalışan ben,her camekanlı karede ağızları açık,dilleri sapa sağlam yerinde duran, karşımdaki cansız ama canlandırılmış insan bedenlerini görünce şaşkındım, bir süre et yiyemeyeceğimi düşünerek; bu camekanlı loş odalarda ölümün bize aslında hiç de uzak olmadığını,bedenimizin,maddeselliğin,hırsların,hayat boyu istemeden muhattap olduğumuz yıpratıcı diyalogların,gereksiz yarışların anlamsızlığını, tanrının inkar edilemezliğini,büyüklüğünü birkez daha anladım.

22.09.2010
MERVE UTANDI -GÖZTEPE

19 Eylül 2010 Pazar

HÜSEYNİ'DEN HİCAZKAR'A GEÇİŞ




Uzun bir aradan sonra her zaman keyif dolu muhabbetlerin yağmurunda vaktin hızla geçişini anlamadan saatlerce dertleştikleri,çeşitli lezzetteki karışımlı bitki çaylarını,aromalı kahvelerini rahat koltuklarında yudumladıkları mekandaydılar.

Çevredeki insanların güneşten saklı solgun yüzleri onlara soğuk kış akşamüstülerini hatırlatırken; yazın nemli havasını soluduklarını biran için sohbetin koyulaşmasıyla unuttular bile..

Deneyecekleri içecek portakal aromalı kahveydi bu kez..Siparişin ardından,göz göze geldiler ve büyük dostun söz küçüğün dermişcesine ;ufak bir göz kırpma hareketinden sonra sözü yaşça küçük olan dost aldı.Özlemişlerdi birbirlerini anlatılacak çok şey vardı..Portakal aromasının büyülü kokusuyla başladı küçük dost dilindekileri bir bir döküverdi cümlelere...

Umutsuzdu,kırgındı bu aralar..
Ruh halini ifade etmekte zorlanıyordu besbelli..İfade güçlüğünün hakim olduğu yerlerde heyecan,sabırsızlık,sevgi kavramları devreye giriyor bir yardımcı gibi rahatlatıyordu onu.

Sanki duyguları bir buluttu, zaman zaman yağmur olarak düşmeden rüzgarla dağılan...Belki de esrarengiz bir adımdı sağa sola bakmadan kafasının dikinde gidip; yolları hızla yürüyen..

Duygularının hiçbir zaman koruyucu bir gölgesinin olmadığını düşünerek ürperdi..Tam “gölge beni takip ediyor,yaşasın”sevinç çığlıklarıyla hayatına devam edecekken; serap gördüğünü zannedendi hep..

Bu hislerin etkisinde kalmadan kendini toparladı ve başladı çok sevdiği dostuna olanları anlatmaya.
Sevgili dost:
“Bekle,zamana bırak ve gör bakalım”dedi.Güzel yorumlar getirdi süslü bir hevesle anlatılan çocuksu cümlelere...

Küçük dost önce “peki” dedi ve hemen ekledi, “Sizce ne düşünüyordur? Ne yapmak istemiştir? Neden bu tutum içerisindedir?” soru yağmuruyla nefes aldırmadan dostuna tüm samimiyetiyle danıştı..

Çaresiz değildi ki küçük dost!Belki hayal kurması da suç değildi..Sıcak sözler sarfedilmişti,güven dolu bakışlarda birleşmemiş miydi ikisininde sevgi dolu gözleri?Büyük dostun sade öğüdünde söylediği gibi yalnızca beklemek ve sabretmekte mi gizliydi çözüm?

Şimdi de anlamsız ,gülümser bir ifade vardı yüzünde..

Derin derin nefes aldı,dostunun altın niteliğindeki sözlerini düşündü.

Ne bir gölge vardı kendisini takip eden,ne bir ses vardı sımsıcak,yüreğini okşayan,ne bir merak vardı ilgiyi yansıtan,ne bir sevgi belirtisi vardı onu heyecan fırtınasına salan.

Günler acımasızca bitiyor,her takvim yaprağının koparılış anı içine derin bir hüzün gibi çöküyordu...Huysuz güneşli günler,kah ayın hilal olduğu kah manzarasını izlemeye doyamadığınız dolunaylı serin İstanbul gecelerinde gözyaşıyla sonlanıyordu.Zaman isteseler de istemeseler de onlara nispet yaparak geçiyordu.

Ses yoktu...Aşkı müjdeleyen ,buram buram sevgi kokan , dağ gibi güçlü,umutlu makam Hüseyni yerini hayal kırıklığıyla inleyen,çaresiz,bekleyişin hüznüyle kavrulmuş hicazkara devrediyordu..Her günün başlangıcı bir umuttu,çaresizlik kolyesini kolay kolay takamıyordu küçük dost..

Büyük dost ;o gün kendisiyle ilgili pek bir şey anlatamadı küçük dostuna..Portakal aromalı kahvenin şekerli tadı etkisini kaybetmeden oradan sessizce ayrıldılar..

20.09.2010
Merve UTANDI-GÖZTEPE/İSTANBUL