25 Temmuz 2011 Pazartesi

Küçük Kız İle Genç Kadın


Çocukları çok severdi.Sağlık problemleri nedeniyle dört kez anne olma şansını yitirdi. Büyük hayal kırıklıklarıyla zor da olsa sindirdi yüreğine bu acıyı.Yıllar geçti ve abisinin büyük kızı soğuk bir kış günü Mart ayında doğum yaptı.Bir kız bebek dünyaya geldi.Ancak bu minik kız çocuğu gündüzleri anne ve babası çalıştığı için yalnız kalamayacağından ,çocuk özlemiyle yanıp tutuşan;annelik duygusunu yaşamaya hevesli bu genç hanıma bakması için her öğlen getirildi.

Büyük bir meşgale oldu onun için bu küçük kız bebek...Bebeğin altını değiştirirken,mamasını yedirirken,hatta bebekle oynarken o kadar mutluydu ki yepyeni bir alemden içeri süzülürcesine adeta uçuyordu.Temizlik hastasıydı,şimdi daha bir özeniyordu her şeyin sterilliğine,temizliğine,düzenine.Her yer çamaşır suyuyla defalarca siliniyor,bebek bezleri kaynatılıyor,bin bir farklı teknikle mama kapları soğutuluyordu.

Bazı zamanlar bu genç hanımın evinde minik misafir; anne babasının işleri ve seyahatleri dolayısıyla üç beş günde olsa yatıya kalıyordu.Bebek ateşlense bu genç hanım ; anında nöbetçi eczane, bebek ağladığında ise onun imdadına yetişen sevimli bir palyaço olurdu.

Zaman aslında hızla ilerliyordu.Küçük bebek gün geçtikçe büyüyordu.Her öğlen konuk olduğu bu ev onun için çok eğlenceli bir mekana dönüşüyordu.Annesi babası hep işe gitsin istiyordu.Yatıya kaldığı ilk gün, ilk yarım saat " Annemi istiyorum!"cümlesi dudaklarından dökülmüş olsa bile kısa bir süre sonra genç kadının yaptığı oyalamalar sonucunda zihninden kayboluveriyordu çabucak..
Annelik duygusunu hiç tatmamıştı ama bu küçük kızın doğumuyla o bir anne kadar şefkatli,bir öğretmen kadar bilgili,yeri geldiğinde çocuğu fevkelade oyalayabilen ,kollayabilen kalbi ışıl ışıl sevgiyle taşan bir kadın haline bürünmüştü..

Elinden tutardı küçük kızın sımsıkı.Kadiköy'e gelirlerdi birlikte.Tek tek kuyumcu dükkanlarının sarı ışıklı vitrinleri önünde gözalıcı altınları seyre dalarlardı.Acıktıklarında alternatifleri şimdiki gibi çok değildi....Ne MC DONALDS vardı o vakitler,Ne STARBUCKS...Saray Muhallebicisin'de soğuk köpüklü ayran eşliğinde ya tombik ekmek döner ya da su böreği yerlerdi.Üzerine de bol pudra şekerli,gül suyuyla kaplanmış su muhallebisini yemeden ayrılmazlardı nostaljik dükkandan.

Güneş tam tepedeyken birbirlerine büyük bir sevgi bağıyla bağlı bu ikili; yine sımsıkı el ele tutuşurlar,evin yolunu tutarlardı.En keyiflisi işte bu anlardı.Dönüş yolunda mutlaka bir oyuncakçıya uğranır;küçük kızın istediği bir oyuncak alınırdı.Evcilik oynamaya bayılan küçük kızı evde bir sürü sürpriz beklerdi.Bir gün eski kumaşlar çıkarılır bebeklere elbiseler dikilir,oyun örtüleri minderleri dizayn edilir,başka bir gün ise salonun ortasına bir leğen dolusu su getirilir,içine mis kokulu lavanta sabunun köpükleri doldurulup;tüm oyuncaklar sırayla yıkanırdı.

Evdeki oyunlar saymakla bitmezdi.Küçük kıza güvenirdi genç kadın...Mutfakta minik elleriyle salata yapmasına destek verirdi.Sabrı bir anneninkinden daha üstündü.Kırılan bir bardağa kızmazdı.Sadece evhamlıydı,küçük kıza bir zarar gelmesinden korktuğu içindi tüm paniği,çiçek toplarlardı baharda.Piknik yaparlardı Fenerbahçe koyunda..Geceleri desenli bir yorganın altında çiçekli hikayeler dinlerdi Küçük kız Genç kadının dilinden.. Rengarenk rüyalar görmemesi imkansızdı küçük kızın...Örgü örerlerdi,mantı yaparlardı, küçük kız tek tek kapatırdı mantıları...

Sobanın kızgın ateşinde patates pişirilerdi. Yemesi çok lezzetli olurdu.Kışın küçük kıza banyo yaptırır,saçları iyice kurusun diye saatlerce sobanın önünde onun uzun siyah bukleli saçlarını özenle tarardı.Yıllar geçti kız ilkokula başladı.Şimdi yeni bir macera başlamıştı ikisine de,küçük kızı akşamüstleri okuldan alır;çay saatinde farklı sürprizler yapar;alışılması zor ödev kavramına süslü bir geçiş yaparlardı.Zaman hızla ilerledi.Kız lise,üniversite mezuniyeti derken;genç kadında yaşlandı.Bağları hiç kopmadı ikisinin de.

Eskisi kadar her gün görüşemeseler de telefon yetişti imdatlarına.Küçük kız da büyüdü..Eskiden karşıklı Türk kahvesi içemeyen bu ikili karşılıklı kahve sohbeti bile yaptılar.Hatta fallar bile kapatıldı.Yemek tarifleri sohbetin önemli bir parçasıydı..Masum dedikodular yapılırdı.Bir bebeği vardı genç kadının; kışın giysisi farklıydı bu bebeğin yazın başkaydı..Bayramlarda salonda baş köşede otururdu.Sanki bir canlıymış gibi anlatırdı küçük kıza o bebeğin hallerini.

Bundan beş sene önce tedavisi güç bir hastalığa yakalandı bu sevgi dolu yüreğiyle pozitif olma çabası veren; genç bedeni hastalıkla mücadele eden yaşlı kadın...Küçük kız bir süre kabullenemedi bu üzüntüyü.Ona belli etmemek için elinden geleni yaptı.Dikkatini dağıtmak için bebekliğindeki rolleri değiştiler istemeden de olsa zorla..Şimdi küçük kız palyaçoydu,nöbetçi eczaneydi..Bir ,iki sene böyle sıkıntılı geçti.Umutlar tükendi.

Geçen senenin yazında o fedakar,çocuk sevgisiyle taşan, küçük kızın hala dediği kadın yatağa bağlandı.Aklı ölene dek yerindeydi.Umutlar tükendi.Yapılan onca tedaviye rağmen sonuç alınamadı.Küçük kız zorla gidiyordu hasta ziyaretine.Yüreği belki dayanamıyordu.Onu öyle çaresiz görmeyi sindiremiyordu..O hep dimdik,sağlıklı haliyle kalmalıydı küçük kızın anılarında..

Şubat ayının ilk haftasıydı.Bir akşamüstü bıraktı kendini,hayatta kalma mücadelesini kaybetti.

Cenazesinde tutamadım gözyaşlarımı,deterjan kokulu evinden içeri girmekte zorlandım.Ben o evin şımarık kızıydım..Ben o evin prensesiydim.Odasına gittim..Tüm eşyalar anlamsızca bakıyorlardı bana.En acı olanı da süslediği,çocuğuymuş gibi sevdiği bebeğinin beyazlar içindeki giysisiyle oracıkta oturuyor olmasıydı.Görmek istemedim bir daha o bebeği bir torbaya koydum,çay servisi yapan apartman görevlisinin torununa armağan ettim.Ben bir daha lavanta kokulu sabun kokusu da koklayamadım.Hep aklıma su dolu mavi leğendeki oyuncak yıkama maceramız geldi.Sesi ara ara kulaklarımda yaşıyor.O küçük kız Merve,genç kadın halam diye hitap ettiği seni gerçekten çok sevdi.

Mekanın cennet olsun Nuran HALAM!!



MERVE UTANDI
25.07.2011 -Altınoluk

16 Temmuz 2011 Cumartesi

YAZ



Uzun zamandır yazı yazmıyorum,hatta yazamıyorum..
Silkelenmenin,zıplamanın,kendine gelmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile düşüncesindeyim.Blog takipçilerinden,internetten,dostlardan,arkadaşlardan ve kendimden özür diliyorum..

Zihnimden düşünceler bir sağa sola savrulurken;elim kaleme sarılamadı aylardır..Bir boş kağıt aldım elime;kalemim bana sadece karalama işlemini yaptırttı,yırttım kağıdı.Duyarlı,çevredostu bir insan edasıyla geri dönüşüm kutusuna yolladım top şeklindeki biçimsiz o kağıdı.Oysa o kağıtta küçümsenemeyecek duygular gizliydi.Belki de beynimdekiler şekillerle dökülmek niyetindeydiler bir süreliğne..
Çok sıkmadım içimi ,nasıl olsa yazacaktım geç de olsa ,cümleler birbirinden kopuk da olsa, okunduğunda başkaları tarafından anlam ifade etmese de ben yüreğimin ferahlaması adına bir şekilde bir gün yazmaya başlayacaktım yeniden.

Ve yazıyorum işte...


Harfleri,kelimeleri saymadan,paragraflara,imla hatalarına bakmadan,özgürce denize açılmış bir yelkenlinin rüzgarla yaptığı ciddi mücedelede olduğu gibi bilgisayar karşısında klavyenin tuşlarına bazı anlarda nazikçe kelebek gibi dokunuyorum, bazen de sert ve hırçın hareketler içinde aktarıyorum bilgisayar ekranına bu satırları...
Konserlerimin yoğunluğu,provalar,öğretmenlik,gösteri telaşı derken mevsimlerin kendine has güzelliklerini hissedemeden sonbaharı,kışı,ilkbaharı geri de bırakıp sıcak yaz aylarının ikincisinin ortalarında güneşle boğuşurken; bir bardak soğuk suyun arkadaşlığıyla yazıyorum yazımı..

Bir yanda bahçenin yeşilliğine takılıveriyor gözlerim,zeytin ağaçlarının gölgesinde otururken; kırlangıç korosunun slow müziği eşliğinde,hayaller alemine dalacakken;Ağustos böceklerinin detone vokallerini duymamaya çalışıyorum.
Karıncalar balkonu sürekli süpüren temizlik hastası olan bana rağmen arada bir beyaz fayans taşlarda bana nispet yaparcasına küstahça defile yapmaktan çekinmiyorlar..Tamam ,ben onları süpürüyorum ama haksız da değilim yani..Çok mu çalışkanlar sanki,benim evimdeki kırıntıları,gıdaları silip süpürmeyi,hatta çalmayı sizce hakediyorlar mı?Bana sormadan,izin almadan, ukalaca şeker kavanozuna girebiliyorlar..Bir kavanoz reçelimi ziyan edebiliyorlar,ufacık bedenlerine bakmadan çevrede ne varsa büyük bir aç gözlülükle yuvalarına taşıyabiliyorlar.Hem yiyecekler ziyan oluyor,hem de olur olmaz zamanlarda eyleme geçişleri bana çok bencilce geliyor.Kim ne düşünürse düşünsün,ben bir sanatçı olarak hep dışlanan ,eleştirilen, vokalist böceklerin,kuşların,detone ağustos böceklerinin yanındayım.

En azından elinizle kışt kışt yaptığınızda sizi sömürmeden,hemencecik onurlu bir şekilde yollarına devam edebiliyorlar.Bu davranışları karşısında zaten ekmeğinizi gönül rahatlığıyla paylaşabiliyorsunuz.Kırıntıları ve yiyecek parçalarını ; siz onlara izin verdiğiniz sürede toplayıp göçüyorlar istedikleri mekana,şehre..Enerjik,neşe saçarak,pozitif,gerektiğinde de ciddi kanat çırpışlarıyla..Onlarda yaşam mücadelerini sürdürebilmek adına bir şekilde karınlarını doyurabiliyorlar.Obur değiller.

Meğer ne kadar bunaltmış beni karıncalar..Haydi karıncalar şimdi de bilgisayarıma musallat olun ve ekranımda küçük bir gezinti yaparak sizlere ayırdığım koca paragrafı okuyun bakalım...
Evet,şimdi mekan değiştiriyorum dev şemsiyenin gölgesi altındayım bu kez gözlerimde beliriveren manzara denizin mavisi.On dakika önce gördüğüm tatlımsı mavilik,zaman zaman siyaha özenen mavinin büyükannesi olan laciverte dönüşebiliyor.Yarım saat sonra ise üşenmeden farklı tondaki mavi kostümünü giyebiliyor. O bazen çok sakin suların çağladığı mavi deniz;kimi zaman kumlarla,yosunlarla kavga ediyor...Ben çoğu zaman maviliklerde kaybolmak istiyorum...Üşüme kaygısı taşımadan sayısız kulaçlar atıyorum,tuzlu suların gözlerimi yakmasına aldırmadan,dalıyorum Mavidüşlere...Biran geliyor ben ufuk çizgisinde sıcağın etkisiyle bir serap görüyorum, bir kano bana doğru hızla geliyor,üzerindeki siluet belli belirsiz bana el sallıyor,hatta sesleniyor “Merve heyo,bak ben geldim!” diye…Bir cam şişeye rastlıyorum sonra..İçinde küçük birkağıt..Mektuptur diye açıyorum,kısa bir bestenin notalarıyla karşılaşıyorum..Gülümsüyorum..Sadece mutlu oluyorum..Mavidüşler ferahlatıyor bedenimi,deniz altında el sallıyorum balıklara,kestanelere,istiridyelere...Şarkı söylüyorum,tekrar derin bir nefes almak için sudan çıkardığımda başımı; bir bakıyorum alaycı martı sesleriyle gün batıyor..

Elime üç tane taş alıyorum,batıl olduğunu bile bile dağın arkasında saklambaç oynayan güneşi kendimce uğurluyorum...Aldığım üç taşı mavidüşlerin bir uzantısı olan dileklerimle birleştirip; uzaklara fırlatıyorum...O da yetmiyor bana..Göz hafızama yerleştirip bu fırlattığım üç taşı tekrar sudan çıkartıyor; bir çocuk gibi "kaç defa kaydırabilirim acaba?"sorusuyla hırs yapıp ,denizde sekmesine tanıklık ediyorum...

Alkışlayan yok,"aferin sana, ne güzel kaydırdın" diyen yok,taş kaymadığında "olmadı yapamadın" diyen yok...İrili ufaklı tüm taşlar o an benim oyuncaklarım...Canım isterse defalarca oynayabilirim bu oyunu...

Akşam oluyor,balkondayım.Sokak kalabalık.Evin önünden otoban geçiyor.Arabaların klaksonlarının,vidanjörlerin,motorsikletlerin,traktörlerin,kamyonların,tırların,minübüslerin gürültüsünden kendi sesinizi bile duymanız mümkün değil...Sonra tam başımı siyah gökyüzüne kaldırıyorum.Meteor yağmurlarını izleyecekken;irkiliyorum.Sanki bir hırsızla karanlıkta burun buruna gelmişim hissine kapılıyorum.Gözlerimin içinde rahatsız edici bir parıltı.Keskin bir ışık.Tüm balkonu baştan sona tarıyor,tüm gece aralıksız bu ışık oyunu baş döndürücü etkisiyle bizi aydınlatıyor.Mutlu muyuz?Tabiki hayır.Karşıdaki Cafe'nin bu yıl hizmetimize sunduğu demode,zararlı lazer ışığının tacizinden kim memnun olur ki!

Herşeye rağmen hafif ,şeker tadındaki ,ılık bir rüzgarın kendini hissettirmesiyle;kurutmadığım uzun siyah saçlarımı salı veriyorum rüzgarın kollarına...

Ve Yaz mevsimine merhaba diyorum...


MERVE UTANDI- 16 Temmuz 2011-Altınoluk