30 Aralık 2011 Cuma

TEŞEKKÜRLER 2011,HOŞGELDİN 2012..



Boy boy plastik Çam ağaçları,saniyede renk değiştiren,yanıp sönen ışıklar,kar desenli ,parlak top süsler,kırmızı kostümlü çeşit çeşit Noel babalar,noel anneler,yeni yıl şarkıları,mağazaların vitrinlerindeki “Hoş geldin yeni yıl” yazıları,suni kar yağdırmacalar,fırsattan istifade satışlar,sokakların göz alan ışık yağmurları,kaldırım başı görmekten usanmadığımız milli piyangocu amcalar.Hindi ilanları!

Aylar öncesinden başlar büyük bir hazırlık. “Nereye gitmeliyiz,kiminle kutlamalıyız,o gece ne yapmalıyız sorularıyla oyalanılır.Planlar yapılır.

O gece; çocuğu,genci,yaşlısı kafalarına parlak külahlar takarlar o da yetmezmiş gibi tüylü,renkli maskelerle yüz ifadelerini korkunçlaştırırlar,çözememişimdir bir türlü bunun anlamını.Uğurlumu gelir,gelenek midir?

Konfetiler dağılır, düdükler öttürülür,etrafa parçaları düşen altın,gümüş rengi otrişler bir sağa bir sola sallanır.

Kimi çılgınca dans etmeyi, kimi sokak sokak gezmeyi, kimi de özel mekanlarda yediğini ,içtiğini bilmeden eğlenmeyi ister.Saat on ikiye geldiğinde Tarzan gibi ses çıkaranları,zıplayanları,çığlık atanları görmek mümkündür.On sayısından geriye koro halinde sayılmaya başlanır.Havai fişek sesleriyle yeni bir seneye “Merhaba” denir.

Yeni yılı karşılayacağımız yılbaşı gecelerini ben hep farklı düşünmüşümdür.
O vakit benim gözlerimden bir damla yaş süzülür. Herkes gülerken ben mahsunlaşıveririm.Elimdeki hediye paketleri kendime getirir, sarsar beni.

Sevdiklerim, yanımdaysa; "Yılbaşı Gecesi" işte o an anlamlı gelir.

O geceye dair ütopik beklentilerim olmamıştır hiçbir zaman.

Sevdiklerimin,sevdiğimin varlığı aslında en büyük beklenti ve hediyedir.

Yılbaşı gecesi bir yandan tatlı bir sevinç kaplar içimizi, bir çocuğun masalsı hayallerindeymişiz gibi hissederiz kendimizi.Bir yandan hüzünleniveririz veda ettiğimiz 365 gün 6 saati düşünürüz. “Acısıyla, tatlısıyla alışmıştık”2011 yılına deriz.Bazılarımız ise kurtulmak istediklerini söyleseler bile emin bir şekilde söylüyorum yeni yılın ilk altı ayı tarih yazarken eski yılın tarihini karalarlar istemeden. “Ay ne yaptım ben, yine eski yıla gitti ellerim” derken; bu kez dillerimize takılı verir eski yılın tarihi..Yeni yıldan beklentilerimizi geçiririz zihnimizden tek tek.Geçirmekle kalmaz her şeyi 2012’den isteriz.Siparişler listesi uzar gider.

2011’e de bu bencilliği yapmamış mıydık?

Nasıl da nankörüzdür.
Nasıl da çabuk unuturuz,teşekkür etmeden,daha tanışmadığımız yeni seneye kucak açarız.


Oysa ne çok şey paylaştık uğurladığımız eski yılla..

Evet saatler kaldı 2011’i uğurlamamıza.

Ben teşekkür ediyorum 2011 sana.

Acıyı da serptin,başarıyı da kattın,mutluluğu,sevgiyi,saygıyı,aşkı da kattın kalbime.

Unutmam asla seni..

Nice güzel sağlık dolu,sevdiklerimizle geçireceğimiz uzun uzun yıllara…

MERVE UTANDI- 31.12.2011-GÖZTEPE

UYKUSUZ ŞEHİR İSTANBUL..


Saat gece yarısını çoktan geçmiş,sabaha çeyrek var...
İstanbul'un uykuya teslim olacağını düşünürken,sanki daha gündüzü yaşıyormuşcasına ışıl ışıl sulietiyle dimdik duruyor.Korna sesleri,martıların çığlıkları,dalga sesleri yetmiyormuş gibi bu gürültüye bir de onlarca insanın hızlı kaldırımları döven adımları karışıyor,gözlerimi kapatıp sese kulak verdiğimde sanki İstanbul şarkı söylüyor..

Sıkışık trafikte mahsur kalmış ben,gördüğüm ilginç manzaralara dalıyorum.. Arabanın tozlu ,soğuktan buhar yapmış camından seyrediyorum uykusuz şehrimi.
Karaköy'de eski model bir arabanın içinden telaşla iki kişi çıkıyor,büyük bir güç sarf ettikleri yüzlerinden belli,içkinin dozunu kaçırmış bir delikanlıyı kaldırıma doğru yönlendiriyorlar.Sarhoş genç,iki adamın kollarında başaşağı çevrilmiş,süngerden bir kukla gibi..Beklenen eylem gercekleşiyor...

Kaldırım kirleniyor,birazdan gelecek olma ihtimali yüksek olan temizlik görevlisini ve onun emektar çalı süpürgesini düşünüyorum...Susuyorum...Başımı sağa çeviriyorum...Denizin yoğun iyot kokusu,lodosla karışıyor ancak öyle nefes alıyor,rahatlıyorum...

Galata köprüsündeyim...Bir tarafta Tarihi Yarım Adanın gölgesi,bir yanda balık ekmek satan sandallar..Köprünün üstünde ise yanyana dizili balıkçılar.Ellerinde oltalar,misinalar,dudaklarının ucunda küçülmüş sigaralar...Yanlarında güneşten rengi solmuş derin kovalar,kovaların içinde sabaha buzdolabına gireceklerinden habersiz yüzmeye devam eden; istavritler,kefaller,kıraçalar...
Üşümüyorlar balıkçılar,hepsi gecenin karanlığında siyah taşlı bir kolye misali sıralanmış..

Trafik akmaya başlıyor.Hafif uyku çöküyor gözlerime.Beşiktaş'a vardığımızda şaşkınım.Dolmabahçe sarayının önünden geçiyorum.Mustafa Kemal Atatürk'ü düşünüyorum.Ne zaman oradan geçsem içimden "Atam Sen rahat uyu,bekçisiyiz Cumhuriyet'in" adlı marşı mırıldanırım.Yine içimden tüylerim diken diken marşı mırıldanırken;gözlerime inanamıyorum.Orta yaşlı ,sarhoş biri görkemli sarayın kaldırımlarında.
“Aman Allahım o da nesi ?” diyorum. Keşke yağmur yağsa da , mazgallardan bir an önce bu şaşırtıcı sarı su kaybolsa..

Çok eskilere gitmeye gerek yok,çocukluğumun İstanbul'unu düşlüyorum.

"İstanbul böyle miydi?

“İnsanlar bu denli duyarsız değillerdi.”

“Saygıya yüklenilen anlam mı başkaydı?” diye söyleniyorum..
Kelimeler yetmiyor öfkemi tanımlamama..Bu defa da çaresizlikle ve umutsuzlukla susuyorum..
İstanbul uyumuyor.

İstanbul gürültülü.

İstanbul bugünlerde biraz kirli.

İstanbul değişti.

Bir yanda müthiş bir manzaranın hakimiyken,bir yanda saygıdan yoksun,değerlerini kaybetmeye terkedilmiş, yalnız kalmış,kalbi kırılmış biri gibi..
MERVE UTANDI-30 ARALIK 2011

11 Aralık 2011 Pazar

SENİN İÇİN


Yazamadım uzun bir süredir.Kelimeler zihnimde bir köşeden diğer bir köşeye savruldular ,ben onları uzaktan izledim,dinledim,biriktirdim.

Kimi zaman cümle olmaya hasret kalmış yalnız kelimeleri sessizleştirdim ...Kimi zaman da adeta kilitledim kaçmasınlar diye...

Seni konuştular,beni anlattılar,bizi sordular.

Geceleri uykumu bölemedim.Bu kez uykulu ben;kafamda dans eden kelimeleri sakinleştirdim ..

Çünkü sıcacık yatağımda çok tatlı geldi rüyalara dalmak senin hayalinle..
Nasıl olsa yazarım dedim.
Ve şimdi yazıyorum.
Anlamlı,anlamsız,içimden geldiğince,dudaklarımdan pat diye ne çıkıyorsa onları yazmanın telaşındayım."Kelimeler mi güzel yazacak, ben mi?" diye de içimden geçirmiyor değilim.
Şart mı yazmak?diyorum.
Onlar benim cevabımı beklemeden atılıyorlar :
"Evet" diyorlar ,birbirlerini itekliyorlar,"Beni de yaz,beni de yaz" diye."Söz yazacağım" diyorum.Ama içimden gelenleri de yazacağım."Siz lütfen karışmayın,öncelik ben de" diyorum.Sözümü kesiyorlar...
Tek tek kelimeleri fırlatıyorlar önüme,kalemim şaşırıyor.Bir bakıyorum benim yazacaklarımla sabırsız kelimeler karışmış..Kelimeler sanki benim cümlelerimden kaçmışlar...Ortaya öyle güzel bir karışım çıkmış ki!
Yüreğimdeki coşkulu,tutkulu sevginin özetini sermişler önüme.

Tek bir cümle de olsa,ellerimin miskinliğine inat yazacağım herşeyi..
İçimden gelenleri.Seni,beni,bizi..Zihnimde uçuşan heyecanlı kelimelerle ,hızla çarpan kalbimin eserini.
Yazıyorum...Kelimeleri birleştirmekse, okuyanın işi..


"Seviyor"..."O"..."Seni"..."Çok"......"Seviyorum"..."ben"..."seni"....."bizi".."çok"..."biz"...ben".."sen".."seviyor"..."çok"...

MERVE UTANDI
11.12.2011-Göztepe

25 Ekim 2011 Salı

MAVİDÜŞ KONSERİ


Grup Mavidüş ilk konserini 20 Ekim 2011 tarihinde Altunizade Kültür Merkezin'de verdi.
Bu konseri iki bölüm halinde izlemek için aşağıdaki adrese tıklamanız yeterli.Dilerseniz oylamaya da katılabilirsiniz.İyi seyirler.


Tıklayın

10 Ekim 2011 Pazartesi

MAVİDÜŞ GRUBUNUN KONSERİ





Tarih: 20 Ekim 2011
Saat:20.00
Yer:ALTUNİZADE KÜLTÜR MERKEZİ
Giriş ücretsizdir.


Grubun Üyeleri

Solist:Merve UTANDI
Keman:Nalan ÖZYASAN ÇAKIR
Klavye:Babür KALKAN
Obua:Buğra ÖZGÜN

Tüm müzikseverler konserimize davetlidir.

29 Eylül 2011 Perşembe

Mavi



Uyumak için yumduğumda gözlerimi yalnız değilim gibi geliyor. Başımın altındaki kuş tüyü yastığı iyice yuvarlıyor, diğer küçük yastığa sımsıkı sarılıyorum. Üşüdükçe seni düşünüyorum, ısını veriyor ellerim,kalbim...

Karanlıkta göz kapaklarımın üstünde mavi bir ışık.Uyumama imkan yok gibi. Açmıyorum gözlerimi nedense ,sadece düşünüyorum "şu içinde olduğumuz ,paylaşılmaya hazır,şanslı zamanı,sonbaharı,seni,beni..."

Susuyorum...Ben sustukça beynim konuşuyor..."Kağıt,kalem ister misin?"sorusunu bekliyor belkide benden. Konuştukça konuşuyor gevezeliği üstünde.

Aklım konuşadursun bir köşede bense uzun bir uykunun mükafatı olan rüyalara dalmak istiyorum seninle,rüyalarımız mavi,masmavi olsun istiyorum.Yüreğimin saat kadar ritimsel atmasa da çarptığını net hissedebiliyorum şimdi.Tatlı bir yanma hissiyle kesik kesik nefesim...

Uyanıyorum...Küçük yastığa halen sımsıkı sarılı kollarım. Sen yoksun şu an ama; mavinin tonlarında gezinti yaptığımız rüyada yanımdaydın sahi.

Yüzümde tatlı bir gülümseyiş gizli.

Gözlerim açık şimdi.Bu seferde yaramazlık sırası gözlerimde.
Gözlerim aklımdan geçenleri okumakla meşgul, okudukça;kalbime sorular soruyor seninle ilgili,kalbimden komut alıyor,sonra pembeleştiriyor yanaklarımı.

"Kimbilir hangi düşüncemi beğendi?

"Kimbilir hangi hayalimin senaryosunu okuyor da buluyor beni ve doğruca taşıyor yakınımda bekleyen sana teslim ediyor?"

Sen de gör istiyor rolleri. Aslında çılgın, aslında deli.

"Başlatın hikayenizi!" diyor, ona neyse karışıyor sana, bana... Hatta üstüne üstlük kıs kıs da gülüyor köşeden bize.
Muzurluk peşinde belli.
Gözlerim,aklım,kalbim...
Bırakmıyorlar,beni,seni!
Okuyorlar bizden gizli hikayemizi.
Şimdi maviyim, tıpkı senin gibi .
Senin de, benim de rengimiz mavi...

29 EYLÜL 2011-Göztepe
MERVE UTANDI

9 Eylül 2011 Cuma

KÜS



Söyleyecek söz bulamazsınız bazen.Harfler huzursuzca dolaşıverir dilinizle damağınız arasında,bir türlü bir araya gelemezler.Koca bir düğüm oturur boğazınıza,nefes aldırmaz size.Ağlamak bile gereksiz bir eylem gibi gelir.Üşenirsiniz.Zaten gerek de yoktur ,yazıktır gözyaşlarınıza...


Canınız hiç birşey yapmak istemez..Oysa daha iki hafta önce yerinizde duramıyor,damarlarınızda dolaşan renkli enerjiyi zaptedemiyordunuz değil mi?

Anlıyorum sizi ben...

Peki nedir sizi üzen?

Mutluydunuz.Hayalleriniz gerçeğe dönüşme telaşındaydı belki...Pembe bir kapıdan adım attınız,üç adım sonrasında siyah bir kapı mı çıktı karşınıza yani!

Belki size öyle geliyordur!

Yazık size...

Şimdi kocaman bir boşluktasınız gibi...

Pozitif olun…Kuruntu geçmesin yanınızdan...

Siz de oyalayı verin canım kendinizi! Uzun yürüyüşler yapın,sinemaya gidin,kitap okuyun,yemek pişirin,kahve için,dikiş dikin,amaçsızca dolaşın meydanlarda..İşiniz varsa önce işinize bakın..Kimse bir şey diyemez ki size..Onarın yüreğinizin taze yaralarını..Güçlüsünüz siz.

Bir süre düşünmeyin sizi üzünteye boğan herşeyi..

Hüzünlemeyin de..

Sorular sormayın,didik didik etmeyin ruhunuzu..

Takılmayın sakın saatlere..Kovalamayın su gibi geçen zamanı...Saymayın bitmeyen uzun geceleri..

Önemlisiniz..Elinizdekiyle yetinmeyi bilin.Beklemeyin fazlasını.Şükredin..

Rüyalar “ne der?” ilgilenmeyin...

Kalbinizi dinlendirin..Kurmayın hayal mayal...Bırakın umutlarınızı geçici bir süreliğine..

Kırgınsa içiniz küs modundan çıkmaya çalışmayın zorla..

Kapsama alanı dışında ya da dilerseniz beklemede kalın!

Size şans getireceğini düşündüğünüz beyaz kuş tüylerini toplamaya devam edin bakalım...Belli mi olur.Vardır bir hikmeti ...

MERVE UTANDI-09.09.2011-iSt@nBuL

YEŞİL RÜYA



Hoyratça çekiştirilerek,bir gün gelecek o da diğerlerinin gördüğü muameleyi görecekti...
Onu bekleyen son hep karanlıktı.
Aniden sert bir rüzgarın şımarıklığıyla istemeden bağlı olduğu dalını ,komşuları olan narin yaprağını terkedecekti.Belki de sadık komşusu yaprağı da yanı başında kalacaktı,bilinmez..
Gümüşi dalları ılık bir yaz akşamüstüsünde ahenkle slow bir dansı sürdürürken; o, diğer arkadaşlarının coşkulu nidalarını,mutlu seslenişlerini duyamayacaktı.Çoktan kopmuş olacaktı,gizemli bir serüven bekliyordu talihsiz onu ve diğerlerini!
Yeşilimsi renkteki derisinin koyulaşmasını,solgunlaştığını sesi çıkmadan hayretle izlemekteydi.Yalnız değildi bu sıkıntılı yolculukta ,irili,ufaklı,şişman,cılız,büzülmüş,kurumuş,yaralı, bereli yüzlerce,binlerce kader arkadaşıyla bir aradaydı..Bu bunaltıcı yolculuğun molası hiçbir zaman lüks bir otel olmazdı. Kimi zaman eski , soluk ,güneşe maruz kaldığı için çatlamış bir leğende, kimi zaman da delik bir çuvalda işlem görmek üzere bekleyeceklerdi.
Oysa yaşlı, kalın gövdeli,dedesi saydıkları ağacın zarif dallarından sızıp; onları besleyen damla damla suyla can bulurken ne kadar da mutlulardı.Dedelerinin bir sürü torunu vardı..Şimdi kuzenleriyle birlikte dedelerinden ayrılmanın hüznünü yaşıyorlardı irili ufaklı yuvarlakımsı bedenlerinde..

Dedelerinin kolları her baharda filizlenir,güçlenirdi.Sonra minik torunları gözlerini açardı bu genç dallarda...Gün gelip onlar bu kolları istemeden de olsa zorla terkettiklerinde , o genç kollar başka torunlarla dolacaktı..Ta ki dede ağaç yaşadığı,yeşil kaldığı müddetçe..
Pembe duvarlı evin ikinci katındaki balkonun demirleriyle sıkı fıkı arkadaştı genç kollardan sağdaki..Evin yaşlı sahibesi okşardı dalları,çatallı sesiyle konuşurdu dallardaki meyvelerle.Onların olgunlaşmasını beklerdi,elindeki nemli bir bezle tozlarını alırdı ulaşabildiği dalların..Parlatırdı kendince çamurlu yaprakları..Bu eylem süresince,şanssız birkaç meyve sakarlık sonucu kopardı.

Yaşlı kadın kopan taneleri iri elleriyle toplar, aceleyle kırmızı tasa atar,suda iyice yıkadıktan sonra,çelik bıçağın ucuyla etli kafalarına küçük çentikler atar,ufak bir cam kavanoza limon dilimleriyle hepsini hapseder;üzerine de bol kaya tuzlu suyu boca ederdi.Dallarda yaşam mücedelesi veren diğer genç meyveler kuzenlerinin bir ay sonra kahvaltı masasında ucu sivri ,dört bacaklı bir metal eşya olan korkunç görünümlü çatala saplanmalarını korkuyla izliyorlardı belkide çaresizce..

Alaycı kuşlar çoğu zaman dedikodu taşırdı o yeşil bedenlere..
Cik,cik,cik heyooo:
"Duyduğuma göre sizin kuzenler çarşıda meşhur olmuşlar. Sele,kalamata,çizik,siyah,yeşil,biberli,kokteyl isimleriyle insanlar tarafından satın alınıp,farklı evlere yolculuk yapıyorlarmış"
Bazen açgözlü kara kargalar bozardı hepsinin sinirini...
Gak, gak, gak :
"Duyduğumuza göre sizin kuzenler dev makinalarda ezilip,suları cam şişelere doldurulmuş,bu sarımsı suları yağ diye satıyorlarmış insanlara.İnsanlar da yemeklerde sizin suyunuzu kullanıyorlarmış.."

Asılı durduğu dalda korku kaplamıştı bir diğer minnacık yeşil bedeni,hafif de kilo mu almıştı?
Yine o iri elli ,sakar kadının nemli toz bezi teğet geçmişti etli kafasından...Ne o çatal denilen cani aleti görmek istiyordu,ne de kuşların,kargaların taşıdığı dedikoduları duymak istiyordu.
Evet rüzgar kendini belli edercesine bu akşamüstü de hırçın esmeye başlamıştı.Ama düşmemişti,dedesinin genç kolları bugün de korumuştu onu rüzgardan.Sakar elli kadın da düşürememişti onu ..Damla damla dallardan sızan suyu da depolamıştı bedenine..

Ne yaparsa yapsın kaçış yoktu karanlıktı hepsinin sonu...
Kalamata,Kokteyl,yeşil,siyah,çizik,biberli...
Kimi zaman bir sürü kuzeniyle bir kavanozda "Ezme" idi..
Tuzlu bir poğaçanın üzerinde çekirdeğinden ayrı , fırınlanmış ,ısırılmak üzere beklemedeydi..
Bir yemeğin parlatıcısıydı porselen tabakta ,sarı suyuyla tüm tabağı kaplamıştı..Yemeğe isim verendi,sıfat ekiydi,ama bunun farkında değildi..O bizim saf ZEYTİNİMİZDİ...

24 Ağustos 2011 - MERVE UTANDI-ALTINOLUK

27 Ağustos 2011 Cumartesi

KÜÇÜK ÇEKİRDEĞİN SERÜVENİ





Bir tutkudur kimi zaman,bahanedir,dosttur,dert ortağıdır,sıcaktır,arkadaştır,kardeştir,tatlıdır,acıdır,sevinçtir,bir şarkının nakaratı gibidir..

Koyudur,pütürlüdür,sütlüdür,aromalarla dosttur,buzludur bazen..…

Buluşturur,kavuşturur,sohbetlerin baş kahramanıdır.Toplantıdadır,lokantadadır,cafededir,komşudadır.Seyahatlerdedir..

Esas su ve şeker ikilisiyle buluştu mu, birlikte mucizevi bir içeceğe dönüşürler. Yüzyıllardan beri vazgeçilmezdir.Her mekanda,her evde,her sokakta,her şehirde,her ülkede onun kulaklarını çınlatan birileri mutlaka bulunur.

Çok sıcaksa dudakları yakar,onu içen bir çırpıda hüpletir..Kışın sıcağında elleri üşeyini ısıtır. Soğuk tüketilecekse buz ilavesiyle yüreğine kadar seni serinletir.

Ezelden beri çay kıskanır onu. Bitmek bilmez bir yarış vardır aralarında, bir türlü neticelenemez.

Yine de bu tatlı rekabet güzeldir.İnsana yaşadığını hissettirir..

Uykudan kapanan göz kapaklarını aralayıcıdır. Halsizliğe devadır. Kısa bir molanın adıdır.

Saatle,zamanla işi olmaz hiç onun..O, içildiği vakit belki saat sabaha karşı beştir,belki akşamüstü dört..

Kahvaltı sonrası mideleri bastıran; akşam yemeklerinden sonra ise ilk tercih edilendir. Bazı huysuz bünyeler “çay demlenecekse biz onu şimdi içmeyelim”cümlesiyle ne büyük lezzeti ertelediklerinin farkında bile değillerdir.

İsteğe göre naneli, muzlu bir likör kadehinin yanındaki tamamlayıcıdır. Küçük ,şeffaf pudra şekerine bulanmış yumuşacık bir lokumla,çifte kavrulmuşla,bitter çikolatayla veya portakallı draje ile servis edildi mi onu reddedeni bulmak zordur.

Düğünde içilir,bayramda içilir,özel günlerin içeceğidir...

Öyle güzel servis edilir ki istersen zarflı bir fincana dök bu koyu sıcak sıvıyı, dilersen gündelik porselen bir fincana döküver..Rengarenk kulplu kupalarda da içsen her fincanda aynı tadı yakalaman mümkündür…

Küçük bir çekirdekten ibarettir topu topu ama küçümsenemeyecek kadar büyüktür insanlarda bıraktığı haz..



İyi bir dinleyecidir..

Ne olaylara tanık olmuştur,olacaktır… Kim bilir hangi masalarda bulunmuştur,bulunacaktır.

Sırdaştır.

Popülerdir.

Bir fincanın kırk yıl hatırı vardır derler…

Ne sözler söylenmiştir onun için…

Küçüklere nedense içirmezler onu,çocuk üstüne döker,haşlanır diye gereksiz bir evhamla,tazecik zihinlerde farklı tanıtılır,bir yetişkin ciddi bir yüz ifadesiyle çocuğun kulağına yaklaşır ve şöyle der:“İçme sakın,küçükler içmez,suratın kararır simsiyah olursun!”.. Şanssızdır belki böyle öcü gibi tanıtıldığı için, ancak çocuk büyüdüğünde o gizemli tat damaklarına bir değdi mi hepsi sözde kalır..

Bazen fincan ters çevrilir,altındaki ince tabağa özenle bir hamlede kapatılır; komşu kızları,nineler,teyzeler sıraya girer.Onun uğruna genç kızlar dilek tutar,fal kapatırlar.Bir sürü seanslar düzenlenir onun adına...Bazen erkekler bile düşmüştür bu tuzağa..Sırayla süslü,cafcaflı cümleler dökülür falcı kimliğiyle elinde fincanıyla bekleyen kişinin dudaklarından..Dikkatle dinlenir hızlıca dilinden dökülenler.... Merakla bekleyen,saf falcıyı dinleyenler ise falcının ağzından olumlu cümleler duymaya aç vaziyette beklerler..Onların zihninde yücedir,güçlüdür,bilgiçtir falcı..

“Sana uzun bir yol var kardeş! Fare gibi düşmanın var.Aman dikkat edesin.İki vakite bir paket alacaksın,musluk açılıyor,bir harf çıktı tabakta ,isminin içinde “A” var mı?Filler var, bereket kapında,üçlü bir günde buluşman var,ay hilal olduğunda kabarık bir elbise giyeceksin...”sözleriyle bir bakmışsın vakit geçmiş.

Renklere de isim olmuştur..Bazı gözler onun rengindedir.

Ne kapkaradır tam olarak ne de açık siyah denilebilir rengine…

Kahverengidir “kahve”!

Özeldir…

Köpüklüdür…Çeşit çeşittir.İşlem görür..Küçük çekirdek; toz halini alana kadar öğütülür.Kavrulur.Pişirilmeye hazırdır şimdi ..

Şekerli,orta şekerli,köpüklü,çok kaynamış,az şekerli,sade..

İster onu özel elektirikli makinalarda pişir,süz; ister eski usül cezvede pişir..İster hazır kahve diye çağa uydur,ister krema ,aroma,buz,süt,alkol ekle..Bir sürü isim alsa da sihri o küçük çekirdekte gizlidir..

İlham verir…

John Sebastian Bach şöyle der onun için:

“ Ah bu kahve ne kadar lezzetli! Muskat şarabından çok daha tatlı.Binlerce öpücükten daha mutluluk verici..

Kitaplara,filmlere,şiirlere,makalelere konu olur.Sağlığa da faydalıdır.Bazı duvar yazılarında onun için şöyle bir dörtlük yazılmıştır:

“Şeytan kadar KARA/Cehennem kadar YAKICI/Melek kadar SAF/Aşk kadar TATLI...”



Doğrudur tüm bu sözler, kahve için söylenenler…

Mis gibi kokar,kokusuyla cezbeder geçmişe ışınlar ,geleceğe götürür içenini..

Doyamazsın,kanamazsın,içtikçe içesi gelir insanın..

Sabırdır…

Bekleyenin ,sevenin yanındadır..

Hayaldir..Hayalleri gerçeğe dönüştüren sihirli bir değnektir.

Elleri ellere kavuşturandır..

Rüyadır…

Umuttur..

Cesaret verendir..

Derindir….

Tatlı sözler söyletir sevgiliye, aktarsın dilindekileri hemencecik yanındaki sevgilisine diye...

Aşktır..

Uyanıştır…

Sevgiyi aşka,aşkı sevgiye bulaştırır.

Kalpleri ,kalplerle birleştirir.

Tesadüfleri sever..

Kahve büyülüdür..

Bir yaz gecesi mavi düşlerini gerçeğe taşıyacak iki kişinin buluşup; heyecanla kavuşmaları sonrasında ; mum ışığında gözleri gözlere kitler, bir anda mutlulukla sohbet ederlerken; geleceği sabırsızlıkla kucaklamayı planlanlarken; kaşık kaşık yedikleri sıcacık fondünün tamamlayıcısıdır belki de bol köpüklü,sade iki fincan kahve..


Merve UTANDI-25 Ağustos 2011

4 Ağustos 2011 Perşembe

ELLER



Tüm öğrencilerim tek tek sınıfa girmiş;diledikleri masalara oturmuşlardı.Benim öğrenciliğimde olduğu gibi öğrencilerimin sene başından belirlenmiş yerleri yoktu.İstedikleri masaya özgürce oturma haklarını vermiştim onlara..Özgürce oturabilme hakkı cümlesi birçok kişinin komiğine gidebilir ancak benim için son derece önemli bir cümle..

Ben o sınıfın öğretici modeliydim,öğreteniydim,yeri geldiğinde anneydim, kimi zaman öğrencilerin yaşında hiperaktif bir çocuktum,bazen de tatlı sert kırıcı olmadan otorite kurabilendim.Hiçbir zaman "yaşım sizlerden büyük,sınıfta benim dediğim olur,ben öğretmenim" demedim. Zaten benim tatlı,saf melek yüzlü öğrencilerim saygı sınırlarını aşacak davranışlar yapamayacak kadar özellerdi.Kalplerinin temizliğiydi önemli olan,flüt çalamadılar diye,nota isimleri karıştırıldı diye,şarkıyı okurken istemeden farklı tonlarda gezinti yapmaya meyilliler diye,ses düştüler diye onları sınıflandıramazdım.Müfredat bu maddelerle dolu olsaydı da ben bu sütünları doldurmazdım.Saçma gelirdi,halen de saçma geliyor..

Zavallı ilkokul ikinci sınıf öğrencisi ben; sınıfımın tek uzun boylu öğrencisi olarak en arka sırada oturmanın öğrenci üzerinde yarattıyı sıkıntıyı bilirim..İlkokul ikinci sınıfın ilk döneminde matematik dersim karneme iki(geçer) olarak yazılmıştı.O dönem matematik sınavlarından yüksek puan alamayan ben; en arka sırada oturmam yetmiyormuş gibi bir de ; puanlarım düşük olduğu için ilkokul öğretmenim tarafından başarısızlar kümesine oturtturulmuştum.Başarısızlar kümesinin en arka sırasında oturan morali bozuk,motivasyonu yok edilmiş bir öğrenciydim ne yazık ki...Okula gitmeyi istemezdim.Matematiği sevmezdim..Bu sıkıntılar zinciri ortaöğrenimde oyun hamuru gibi başka şekil alarak karşıma çıkacaktı.

Ortaokulda ters takla atamıyorum diye çektiğim acıyı ifade etmede zorlanıyorum...Rengi solmuş,kaç mezunun bedeniyle temas etmiş,mikrop yuvası haline bürünmüş eski minderin,küflü bir ekmeğin tost makinasında ezilerek köşesinden fırlamış kaşar peyniri görünümdeki turuncumsu süngerini unutmak mümkün değil...Tüm cesaretimi toplar,bir hamleyle kendimi geri atar,gözlerimi kapatır,her defasında korkarak ters takla atmaktan vazgeçerdim.Benden daha minik cüsseli yardımsever arkadaşlarım "Hadi Merve olacak,atacaksın..Bir,iki-üç" derler beni kol kuvvetiyle olduğum yerde döndürürlerdi.Kendimi savunmak için dersimizin birinde öğretmenime: “ Ama ben denizde ters takla çok güzel atabiliyorum öğretmenim” dediğimi de hatırlıyorum.Bazı seneler kıl payı,bir iki puanla takdir alma şansını yitiren ben, dönem ödevleriyle notumu yükseltip bu şansı tekrar kazanmıştım.Bu kompleks değil de neydi?Ben başka spor dallarına yönlendirilemez miydim?Beden eğitimi öğretmenimin olmazsa olmazları arasında mıydı takla atmak?Şart mıydı ters takla atmam?Gövdem küflü minderde dönünce hayatımda başarıyı yakalamış mı olacaktım?Ya da en arka sırada,ders çalışmayan başarısız öğrencilerle yan yana oturunca bana bir anda ilham mı gelecekti.Öğretmenimin anlatma kabiliyeti mi değişecekti de ben aniden sihirli bir değneğin altından geçmiş gibi yüksek notlar mı almaya başlayacaktım matematik dersinden!

Problemli öğreticelerle çalışmanın talihsizliğiydi belki de benim başıma gelenler.O dönemlerde öğretmenlik yapabileceğim aklımın ucundan geçmezdi.Yıllar geçti o pırıl pırıl gözlerle,öğrenmeye istekli öğrencilerin karşısındaydım.Bir film şeridi gibi gözlerimden öğrenci Merve'nin halleri geçti.Her birinin davranışında kendimden küçük parçalar buluyordum.Belki o an kendimin de öğretmeni oluyordum..Şimdi bu mesleği zevkle yapıyorum.Anaokulu öğrencilerinin elektriği farklıdır,ilkokul öğrencilerin başkadır..Piyanonun başına geçtiğimde karşımda hangi yaş grubunun öğrencileri varsa,elektrik devreye girer,aldığım enerji bambaşka şarkıların notalarında gezindirir parmaklarımı.

Evet,nerede kaldığımı hatırladım...Tek tek tüm öğrencilerim özgürce istedikleri sıraya oturmuşlardı.İlkokul dördüncü sınıfı okuyorlardı.Ben onların büyük bir çoğunluğunu ana sınıfından tanıyordum.Ailemin bireyi gibiydiler,hepsi özeldi..O gün onlara neşeli bir şarkı öğretecektim.Kulağı iyi olmayan da, çekingen olan da, yaramazlık peşinde olan da, derse çok ilgili, kabiliyetli olan da okuyacaktı piyanom eşliğinde bu şarkıyı...Şarkının teması hayvanlardı.Doğadaki canlıları,onlara duyduğumuz sevgiyi,çevremizi nasıl korumamız gerektiğini anlatıyordu.Önce sorular soruyordum,tencerenin içinde tek tek patlayan mısır tanecikleri gibi parmaklar bir bir havaya kalkıyordu.O gün bir müzik başkanı seçiyordum,o benim yardımcım oluyordu..Tahtaya renkli tebeşirlerle şarkının güftesini yazıyor; ben de onun yazdığı dörtlüğün yanına şarkıyla ilgili bir küçük karikatür çiziyordum.Dersi resmederek anlatışımdan çok büyük keyif alıyorlardı.

Bazen soru yağmuruna tutuluyordum:

"Öğretmenim,siz ressam mısınız?”, “Öğretmenim resim dersimize gelir misiniz?”, “Siz resim dersimize de girin lütfen!" gibi şirin cümleler..

"Aman çocuklar,teşekkür ederim,resim yapmak benim için bir vazgeçilmez, sevdiğim bir hobi sadece"derdim, gülerdim.

Benim güldüğüm bu şirin diyaloğu çok ciddiye alıp;"Merve öğretmen müzik yerine dersin de resim yapıyormuş",diyen meslekdaşlarımın da olduğunu görmek,önceleri beni şaşırttı.Sonra o bazı dedikoducu meslekdaşlarımın küçük dünyalarında biraz daha beslenebilmeleri için, öğrencilerime müzik ile ilgili boya çalışmaları yaptırtıp,okul panosunda sergiledim.Benim her yaptığım icraat ortadaydı.Gizlemek zaten çok gereksiz bir şeydi ve anlamsızdı.Bu paylaşım onları daha da çıldırttı. Hem öğrencilik hayatında tanıdığım hem de öğretmenlik hayatımda tanıdığım tüm meslekdaşlarıma buradan selam göndererek; kulaklarını çınlatıyorum, kaldığım yerden anlatmaya devam etmek istiyorum...

Aniden sınıfın kapısı açıldı,içeriye takım elbiseli,orta boylu bir bey girdi. “Merhaba öğretmenim” diye kim olduğunu anlamaya çalışan benim elimi sıkarak gözlerimin içine uzun uzun baktı, ardından “merhaba çocuklar” demeyi de ihmal etmedi.Ben ve öğrencilerim henüz bu şahsın kim olduğunu anlayamamıştık,gelen kişi okulumuzda görev yapan bir öğretmen değildi, öyle bile olsa dersimizi bölerek içeriye girmezdi.Kısa bir süre sonra,omuzlarını dikleştirdi,iki bacağını yere kuvvetli bastırarak “ben müfettişim çocuklar,dersinizi dinlemeye geldim” dedi.Sempatik bir görünümü yoktu,ama kendinden fazlasıyla emin duruşu bir masal kahramanını andırıyordu,misafirimizdi,çocukların sandalyesine oturmasına fırsat vermeden masamın ortasında duran notayı acele bir şekilde kenara çekerek; oturması için ona yer açtım,kendi sandalyemi işaret ettim.Sandalyeye hızlı bir şekilde yerleşti,ben o gün işlediğimiz konuyu kendisine açıkladım.Bizi biraz gözlemledi.Biraz daha şarkı söyledik,sonra beni yanına çağırdı.Gerekli dosyaları,evrakları ve nüfus kağıdımı sırasıyla masaya incelemesi için bıraktım.Yaptığım çalışmalar,dökümanlar,ders ile ilgili programlar ilgisini çekmedi de nedense nüfus kağıdımdaki resmime takıldı. Ve şöyle bir cümle çıkıverdi dudaklarından: “Anlaşıldı saçlar,kaşlar siyah demek baba Antakyalı”..Sadece gülümsedim.Daha önce de dersimi denetlemeye müfettişler gelmişti,hatta onlara mini bir konser bile vermiştim.Ama bu denetleme her zamanki denetlemeden değişikti..Bu cümleden sonra işler,müfettişin konuşmaları farklılaşmıştı.Elimde olmadan sinirlenmeye başlamıştım,şaşkındım.Öğrencilerim kendi hallerinde tahtadakileri geçiriyor,tenefüste ne yiyeceklerini,hangi oyunları oynayacaklarına dair küçük sohbetler ediyorlardı.Sesleri rahatsızlık verici boyutta değildi.Dosyaları incelelemekle meşgul görünen müfettiş,hepsini özensiz bir şekilde kenara itti,nüfus kağıdımı elime verdi.Yanına oturmamı söyledi.

Söze başladı: “Öğretmenim,öğrencilere ellerin önemini anlatıyor musunuz?”

Ben ,beni çok şaşırtmayan bu soruya,hemen tereddütsüz cevap verdim.

“Tabi”dedim.

Eller önemliydi müzik dersinde bir an gelir o ellerimiz şarkılara akışla tempo tutar,bir an gelir ritm aletlerini çalar, dansta şekilden şekle girerdi.O eller bazen kalem tutar, bazen de “söz alabilir miyim?”işaretini yapmak için parmak oyunları yapardı. Sanatta elin önemini vurgulamak istemiştim.Bu soruya başarıyla yanıt verdiğimi düşünürken, müfettişin yüzü son derece mennuniyetsiz bakıyordu bana.

Hemen şöyle dedi:

“Hayır,demek istediğim o değil!”.

Ve hışırtılı sesiyle devam etti:

“Öğretmenim öğrencilerinize ellerin önemini vurgulayın, bu ellerin kız öğrencilerin mahrem yerlerinde dolaşmaması gerektiğini,erkek öğrencilerin ellerinin kızların mahrem yerlerinde dolaşmaması gerektiğini, kızların taktığı bekaret kemerinin önemini vurgulayın”.
Kurduğu cümleler karşısında beynimden vurulmuşa dönmüştüm.

Dersimiz müzikti,şarkımız hayvanlarla ilgiliydi,melodi ve sözler bizi pesbembe hayallere sürüklerken; gözlerimizin kamerasından rengarenk bir çevreyi izliyorduk öğrencilerim ve ben..Şarkının hızlanan ritminde mavi bir denizde hızlı kulaçlar atıyor,pırıl pırıl parlayan güneşin altında yemyeşil çimlere oturmuş,sus işaretlerine nispet küçük aralarda dondurma yiyor,şarkının karar sesine geldiğimizde ie çöplerimizi konteynerlara bırakıyorduk.
Böyle huzurlu bir hayal dünyamızı gerçeğe taşımak için uğraşırken ben öğrencilerime aniden dersi bölerek; müfettişin bana aktardığı cümleleri neden söylemeliydim ki? Ya da kendimi söylemeye zorlasam nasıl söylemeliydim? Söylemeli miydim? Bana mı düşerdi bunları anlatmak?

Bunları neden anlatacaktım ki?

Konumuzla ilgisi olmayan bir konu olduğunu,dersimizin müzik olduğunu sert bir edayla kendisine izah ettim.Sanki tepeden tırnağa üzerimde demirden bir kostüm vardı.Ellerim demirden birer yumruktu da sözün bittiği yerde vahşileşip,saf yüzlerle bana sığınmış ,küçük kuş yavruları gibi kanatlarımın altında bekleyen öğrencilerimi savunacaktım.
Müfettişin yanından ayrıldım, piyanomun başına geçtim. Hiçbir açıklama yapmadan,parmaklarım şarkıyı çalmaya başladı, hiç nüans yapmadan,ardı ardına nefessiz tüm sınıf şarkımızı okuduk.

Şarkıyı çalarken;vefat etmiş dedelerimi düşündüm.Çocuklar dedelerini çok severler,ben de çok severdim iki dedemi de.Herkesin çocukluğunda bir dedesi olmuştur,öğrencilerimin de dedeleri vardır,dedesi hayatta olmayanlar da mutlaka dedesi yaşında olan bir amcaya dede demiştir.Bastonludur dedeler,bazıları göbeklidir,sakallıdır belki de ,sevecenlerdir,genç dedelerde vardır,cıvıl cıvıl hikayeler anlatanlarda..Çocuk ruhundan anlar dedeler.Kalıplarının adamıdırlar.

Çocuklarım sıralarında..

Kiminin elinde kalem, kiminin önünde müzik defteri…
Kimi bana bakıyor,kiminin gözleri karşılarında duran dede diyebilecekleri misafiri incelemekle meşgul..

Kimi öğrenciler elleri havada söz alma telaşındalar…

Dilimizde her şeye rağmen o gün öğrettiğim şarkı.

Ben ayaktayım,öğretenim,koruyan,kollayan anneyim,ablayım,kardeşim…

Benim masamda oturan ise ,işi, konumu ne olursa olsun sokakta görsek “bu amca da dededir” diyebileceğimiz Müfettiş Dede..

MERVE UTANDI-4.08.2011
Altınoluk

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Küçük Kız İle Genç Kadın


Çocukları çok severdi.Sağlık problemleri nedeniyle dört kez anne olma şansını yitirdi. Büyük hayal kırıklıklarıyla zor da olsa sindirdi yüreğine bu acıyı.Yıllar geçti ve abisinin büyük kızı soğuk bir kış günü Mart ayında doğum yaptı.Bir kız bebek dünyaya geldi.Ancak bu minik kız çocuğu gündüzleri anne ve babası çalıştığı için yalnız kalamayacağından ,çocuk özlemiyle yanıp tutuşan;annelik duygusunu yaşamaya hevesli bu genç hanıma bakması için her öğlen getirildi.

Büyük bir meşgale oldu onun için bu küçük kız bebek...Bebeğin altını değiştirirken,mamasını yedirirken,hatta bebekle oynarken o kadar mutluydu ki yepyeni bir alemden içeri süzülürcesine adeta uçuyordu.Temizlik hastasıydı,şimdi daha bir özeniyordu her şeyin sterilliğine,temizliğine,düzenine.Her yer çamaşır suyuyla defalarca siliniyor,bebek bezleri kaynatılıyor,bin bir farklı teknikle mama kapları soğutuluyordu.

Bazı zamanlar bu genç hanımın evinde minik misafir; anne babasının işleri ve seyahatleri dolayısıyla üç beş günde olsa yatıya kalıyordu.Bebek ateşlense bu genç hanım ; anında nöbetçi eczane, bebek ağladığında ise onun imdadına yetişen sevimli bir palyaço olurdu.

Zaman aslında hızla ilerliyordu.Küçük bebek gün geçtikçe büyüyordu.Her öğlen konuk olduğu bu ev onun için çok eğlenceli bir mekana dönüşüyordu.Annesi babası hep işe gitsin istiyordu.Yatıya kaldığı ilk gün, ilk yarım saat " Annemi istiyorum!"cümlesi dudaklarından dökülmüş olsa bile kısa bir süre sonra genç kadının yaptığı oyalamalar sonucunda zihninden kayboluveriyordu çabucak..
Annelik duygusunu hiç tatmamıştı ama bu küçük kızın doğumuyla o bir anne kadar şefkatli,bir öğretmen kadar bilgili,yeri geldiğinde çocuğu fevkelade oyalayabilen ,kollayabilen kalbi ışıl ışıl sevgiyle taşan bir kadın haline bürünmüştü..

Elinden tutardı küçük kızın sımsıkı.Kadiköy'e gelirlerdi birlikte.Tek tek kuyumcu dükkanlarının sarı ışıklı vitrinleri önünde gözalıcı altınları seyre dalarlardı.Acıktıklarında alternatifleri şimdiki gibi çok değildi....Ne MC DONALDS vardı o vakitler,Ne STARBUCKS...Saray Muhallebicisin'de soğuk köpüklü ayran eşliğinde ya tombik ekmek döner ya da su böreği yerlerdi.Üzerine de bol pudra şekerli,gül suyuyla kaplanmış su muhallebisini yemeden ayrılmazlardı nostaljik dükkandan.

Güneş tam tepedeyken birbirlerine büyük bir sevgi bağıyla bağlı bu ikili; yine sımsıkı el ele tutuşurlar,evin yolunu tutarlardı.En keyiflisi işte bu anlardı.Dönüş yolunda mutlaka bir oyuncakçıya uğranır;küçük kızın istediği bir oyuncak alınırdı.Evcilik oynamaya bayılan küçük kızı evde bir sürü sürpriz beklerdi.Bir gün eski kumaşlar çıkarılır bebeklere elbiseler dikilir,oyun örtüleri minderleri dizayn edilir,başka bir gün ise salonun ortasına bir leğen dolusu su getirilir,içine mis kokulu lavanta sabunun köpükleri doldurulup;tüm oyuncaklar sırayla yıkanırdı.

Evdeki oyunlar saymakla bitmezdi.Küçük kıza güvenirdi genç kadın...Mutfakta minik elleriyle salata yapmasına destek verirdi.Sabrı bir anneninkinden daha üstündü.Kırılan bir bardağa kızmazdı.Sadece evhamlıydı,küçük kıza bir zarar gelmesinden korktuğu içindi tüm paniği,çiçek toplarlardı baharda.Piknik yaparlardı Fenerbahçe koyunda..Geceleri desenli bir yorganın altında çiçekli hikayeler dinlerdi Küçük kız Genç kadının dilinden.. Rengarenk rüyalar görmemesi imkansızdı küçük kızın...Örgü örerlerdi,mantı yaparlardı, küçük kız tek tek kapatırdı mantıları...

Sobanın kızgın ateşinde patates pişirilerdi. Yemesi çok lezzetli olurdu.Kışın küçük kıza banyo yaptırır,saçları iyice kurusun diye saatlerce sobanın önünde onun uzun siyah bukleli saçlarını özenle tarardı.Yıllar geçti kız ilkokula başladı.Şimdi yeni bir macera başlamıştı ikisine de,küçük kızı akşamüstleri okuldan alır;çay saatinde farklı sürprizler yapar;alışılması zor ödev kavramına süslü bir geçiş yaparlardı.Zaman hızla ilerledi.Kız lise,üniversite mezuniyeti derken;genç kadında yaşlandı.Bağları hiç kopmadı ikisinin de.

Eskisi kadar her gün görüşemeseler de telefon yetişti imdatlarına.Küçük kız da büyüdü..Eskiden karşıklı Türk kahvesi içemeyen bu ikili karşılıklı kahve sohbeti bile yaptılar.Hatta fallar bile kapatıldı.Yemek tarifleri sohbetin önemli bir parçasıydı..Masum dedikodular yapılırdı.Bir bebeği vardı genç kadının; kışın giysisi farklıydı bu bebeğin yazın başkaydı..Bayramlarda salonda baş köşede otururdu.Sanki bir canlıymış gibi anlatırdı küçük kıza o bebeğin hallerini.

Bundan beş sene önce tedavisi güç bir hastalığa yakalandı bu sevgi dolu yüreğiyle pozitif olma çabası veren; genç bedeni hastalıkla mücadele eden yaşlı kadın...Küçük kız bir süre kabullenemedi bu üzüntüyü.Ona belli etmemek için elinden geleni yaptı.Dikkatini dağıtmak için bebekliğindeki rolleri değiştiler istemeden de olsa zorla..Şimdi küçük kız palyaçoydu,nöbetçi eczaneydi..Bir ,iki sene böyle sıkıntılı geçti.Umutlar tükendi.

Geçen senenin yazında o fedakar,çocuk sevgisiyle taşan, küçük kızın hala dediği kadın yatağa bağlandı.Aklı ölene dek yerindeydi.Umutlar tükendi.Yapılan onca tedaviye rağmen sonuç alınamadı.Küçük kız zorla gidiyordu hasta ziyaretine.Yüreği belki dayanamıyordu.Onu öyle çaresiz görmeyi sindiremiyordu..O hep dimdik,sağlıklı haliyle kalmalıydı küçük kızın anılarında..

Şubat ayının ilk haftasıydı.Bir akşamüstü bıraktı kendini,hayatta kalma mücadelesini kaybetti.

Cenazesinde tutamadım gözyaşlarımı,deterjan kokulu evinden içeri girmekte zorlandım.Ben o evin şımarık kızıydım..Ben o evin prensesiydim.Odasına gittim..Tüm eşyalar anlamsızca bakıyorlardı bana.En acı olanı da süslediği,çocuğuymuş gibi sevdiği bebeğinin beyazlar içindeki giysisiyle oracıkta oturuyor olmasıydı.Görmek istemedim bir daha o bebeği bir torbaya koydum,çay servisi yapan apartman görevlisinin torununa armağan ettim.Ben bir daha lavanta kokulu sabun kokusu da koklayamadım.Hep aklıma su dolu mavi leğendeki oyuncak yıkama maceramız geldi.Sesi ara ara kulaklarımda yaşıyor.O küçük kız Merve,genç kadın halam diye hitap ettiği seni gerçekten çok sevdi.

Mekanın cennet olsun Nuran HALAM!!



MERVE UTANDI
25.07.2011 -Altınoluk

16 Temmuz 2011 Cumartesi

YAZ



Uzun zamandır yazı yazmıyorum,hatta yazamıyorum..
Silkelenmenin,zıplamanın,kendine gelmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile düşüncesindeyim.Blog takipçilerinden,internetten,dostlardan,arkadaşlardan ve kendimden özür diliyorum..

Zihnimden düşünceler bir sağa sola savrulurken;elim kaleme sarılamadı aylardır..Bir boş kağıt aldım elime;kalemim bana sadece karalama işlemini yaptırttı,yırttım kağıdı.Duyarlı,çevredostu bir insan edasıyla geri dönüşüm kutusuna yolladım top şeklindeki biçimsiz o kağıdı.Oysa o kağıtta küçümsenemeyecek duygular gizliydi.Belki de beynimdekiler şekillerle dökülmek niyetindeydiler bir süreliğne..
Çok sıkmadım içimi ,nasıl olsa yazacaktım geç de olsa ,cümleler birbirinden kopuk da olsa, okunduğunda başkaları tarafından anlam ifade etmese de ben yüreğimin ferahlaması adına bir şekilde bir gün yazmaya başlayacaktım yeniden.

Ve yazıyorum işte...


Harfleri,kelimeleri saymadan,paragraflara,imla hatalarına bakmadan,özgürce denize açılmış bir yelkenlinin rüzgarla yaptığı ciddi mücedelede olduğu gibi bilgisayar karşısında klavyenin tuşlarına bazı anlarda nazikçe kelebek gibi dokunuyorum, bazen de sert ve hırçın hareketler içinde aktarıyorum bilgisayar ekranına bu satırları...
Konserlerimin yoğunluğu,provalar,öğretmenlik,gösteri telaşı derken mevsimlerin kendine has güzelliklerini hissedemeden sonbaharı,kışı,ilkbaharı geri de bırakıp sıcak yaz aylarının ikincisinin ortalarında güneşle boğuşurken; bir bardak soğuk suyun arkadaşlığıyla yazıyorum yazımı..

Bir yanda bahçenin yeşilliğine takılıveriyor gözlerim,zeytin ağaçlarının gölgesinde otururken; kırlangıç korosunun slow müziği eşliğinde,hayaller alemine dalacakken;Ağustos böceklerinin detone vokallerini duymamaya çalışıyorum.
Karıncalar balkonu sürekli süpüren temizlik hastası olan bana rağmen arada bir beyaz fayans taşlarda bana nispet yaparcasına küstahça defile yapmaktan çekinmiyorlar..Tamam ,ben onları süpürüyorum ama haksız da değilim yani..Çok mu çalışkanlar sanki,benim evimdeki kırıntıları,gıdaları silip süpürmeyi,hatta çalmayı sizce hakediyorlar mı?Bana sormadan,izin almadan, ukalaca şeker kavanozuna girebiliyorlar..Bir kavanoz reçelimi ziyan edebiliyorlar,ufacık bedenlerine bakmadan çevrede ne varsa büyük bir aç gözlülükle yuvalarına taşıyabiliyorlar.Hem yiyecekler ziyan oluyor,hem de olur olmaz zamanlarda eyleme geçişleri bana çok bencilce geliyor.Kim ne düşünürse düşünsün,ben bir sanatçı olarak hep dışlanan ,eleştirilen, vokalist böceklerin,kuşların,detone ağustos böceklerinin yanındayım.

En azından elinizle kışt kışt yaptığınızda sizi sömürmeden,hemencecik onurlu bir şekilde yollarına devam edebiliyorlar.Bu davranışları karşısında zaten ekmeğinizi gönül rahatlığıyla paylaşabiliyorsunuz.Kırıntıları ve yiyecek parçalarını ; siz onlara izin verdiğiniz sürede toplayıp göçüyorlar istedikleri mekana,şehre..Enerjik,neşe saçarak,pozitif,gerektiğinde de ciddi kanat çırpışlarıyla..Onlarda yaşam mücadelerini sürdürebilmek adına bir şekilde karınlarını doyurabiliyorlar.Obur değiller.

Meğer ne kadar bunaltmış beni karıncalar..Haydi karıncalar şimdi de bilgisayarıma musallat olun ve ekranımda küçük bir gezinti yaparak sizlere ayırdığım koca paragrafı okuyun bakalım...
Evet,şimdi mekan değiştiriyorum dev şemsiyenin gölgesi altındayım bu kez gözlerimde beliriveren manzara denizin mavisi.On dakika önce gördüğüm tatlımsı mavilik,zaman zaman siyaha özenen mavinin büyükannesi olan laciverte dönüşebiliyor.Yarım saat sonra ise üşenmeden farklı tondaki mavi kostümünü giyebiliyor. O bazen çok sakin suların çağladığı mavi deniz;kimi zaman kumlarla,yosunlarla kavga ediyor...Ben çoğu zaman maviliklerde kaybolmak istiyorum...Üşüme kaygısı taşımadan sayısız kulaçlar atıyorum,tuzlu suların gözlerimi yakmasına aldırmadan,dalıyorum Mavidüşlere...Biran geliyor ben ufuk çizgisinde sıcağın etkisiyle bir serap görüyorum, bir kano bana doğru hızla geliyor,üzerindeki siluet belli belirsiz bana el sallıyor,hatta sesleniyor “Merve heyo,bak ben geldim!” diye…Bir cam şişeye rastlıyorum sonra..İçinde küçük birkağıt..Mektuptur diye açıyorum,kısa bir bestenin notalarıyla karşılaşıyorum..Gülümsüyorum..Sadece mutlu oluyorum..Mavidüşler ferahlatıyor bedenimi,deniz altında el sallıyorum balıklara,kestanelere,istiridyelere...Şarkı söylüyorum,tekrar derin bir nefes almak için sudan çıkardığımda başımı; bir bakıyorum alaycı martı sesleriyle gün batıyor..

Elime üç tane taş alıyorum,batıl olduğunu bile bile dağın arkasında saklambaç oynayan güneşi kendimce uğurluyorum...Aldığım üç taşı mavidüşlerin bir uzantısı olan dileklerimle birleştirip; uzaklara fırlatıyorum...O da yetmiyor bana..Göz hafızama yerleştirip bu fırlattığım üç taşı tekrar sudan çıkartıyor; bir çocuk gibi "kaç defa kaydırabilirim acaba?"sorusuyla hırs yapıp ,denizde sekmesine tanıklık ediyorum...

Alkışlayan yok,"aferin sana, ne güzel kaydırdın" diyen yok,taş kaymadığında "olmadı yapamadın" diyen yok...İrili ufaklı tüm taşlar o an benim oyuncaklarım...Canım isterse defalarca oynayabilirim bu oyunu...

Akşam oluyor,balkondayım.Sokak kalabalık.Evin önünden otoban geçiyor.Arabaların klaksonlarının,vidanjörlerin,motorsikletlerin,traktörlerin,kamyonların,tırların,minübüslerin gürültüsünden kendi sesinizi bile duymanız mümkün değil...Sonra tam başımı siyah gökyüzüne kaldırıyorum.Meteor yağmurlarını izleyecekken;irkiliyorum.Sanki bir hırsızla karanlıkta burun buruna gelmişim hissine kapılıyorum.Gözlerimin içinde rahatsız edici bir parıltı.Keskin bir ışık.Tüm balkonu baştan sona tarıyor,tüm gece aralıksız bu ışık oyunu baş döndürücü etkisiyle bizi aydınlatıyor.Mutlu muyuz?Tabiki hayır.Karşıdaki Cafe'nin bu yıl hizmetimize sunduğu demode,zararlı lazer ışığının tacizinden kim memnun olur ki!

Herşeye rağmen hafif ,şeker tadındaki ,ılık bir rüzgarın kendini hissettirmesiyle;kurutmadığım uzun siyah saçlarımı salı veriyorum rüzgarın kollarına...

Ve Yaz mevsimine merhaba diyorum...


MERVE UTANDI- 16 Temmuz 2011-Altınoluk

30 Mart 2011 Çarşamba

Yedirenk



Öğrenciliğim sırasında müziği hep bir bütün olarak düşünen ben;müziğin çeşitli türlerini bir paletin skalasında tuvale işlenmeye hazır bekleyen renklere benzetirdim.Klasik Türk Müziğinin makamsal yapısının örneklerini pop müziğinde de,halk müziğinde de ,çoğu zaman görmek mümkün.

2010 yılında kurulan Grup Yedirenk müziğin tüm inceliklerini repertuarında dinleyenlere hissettirmeye gönül koymuş bir grup.


GRUP YEDİRENK

Keman: Nalan Çakır
Piyano: Babür Kalkan
Vokal: Merve Utandı
Vokal: Erdem Serhan Şide
Bas Gitar: Serhat Uzunçavdar
Yan Flüt: Özen Güney
Davul: Can Turfan

2010 Yılında kurulan grubumuz ilk konserini 10 Ocak 2011'de Büyük Kulüp'te,ikinci konserini
21 Mart 2011- CKM Küçük Salon'da verdi.Üçüncü konserimiz 24 Mayıs 2011 Salı günü saat:20.00'de CKM -Büyük Salonda olacaktır.Konserimize tüm dostlarımız ve müzikseverler davetlidir.

21 Mart 2011 tarihinde CMK Küçük Salonda verilen konserin ardından Kadıköy Gazetesinde hakkımızda çıkan yazıyı okumak isterseniz;

Tıklayın



Grubumuz sahneyken...





8 Mart 2011 Salı

ODTÜ TÜRK MÜZİĞİ GÜNLERİ




“Münir Nurettin Selçuk Eserleri” Konseri

Ölümünün 30. yılında Münir Nurettin Selçuk'u anma konseri...


SOLİSTLER
: Münip Utandı-Merve Utandı
SAAT: 20.00
YER: Mimarlık Amfisi

Tüm müzikseverleri Ankara'ya bekleriz....

14 Şubat 2011 Pazartesi

SEVGİLİ


Özel günlerin abartılmasından ciddi anlamda sıkıntı duymaya başladım.Eskiden bu kadar abartılmaz mıydı kutlamalar yoksa ben mi farkında değildim diye çok düşündüm bugün.

Sokaklarda yürümenin imkanı yok. Keskin soğuğa rağmen herkes bugünü kutlama telaşında...

İnsanlar ellerindeki kalp şeklindeki kırmızı balonları tutmaya çalışırken; bir yandan yine kalp şeklindeki minik şekerleri yemekle meşguller... Arkalarından gelen yayanın “acelesi var mıdır? Yolu ben rahat davranışlarımla işgal ediyor muyumdur?”kaygısı taşımadan yüzlerinde sahte bir gülümsemeyle dolanan bir sürü çift akın akın sallanarak yürümekte...

Ağaçlar kırmızı ışıklarla,kurdelelerle süslenmiş.Her bir yeşil dal bazı kişilerin düşüncesizliğiyle olmadık kıvrımlarından kopuvermiş.Şimdi yazımı okuyanlar burada bana “Merve bir anda çevrecimi oldun?” diyebilirler...Etraf çöp yığınlarıyla dolu..Görmezden gelmek imkansız..Anonslar mı yapılmıyor,danslar mı edilmiyor,kalp kostümlü adamlar broşürler mi dağıtmıyor...Boy boy afişlerde mücevher reklamları,her nesnenin üzerinde kalp görmek kaçınılmaz...

Ben adımlarım hızlı bir şekilde yürüyorum her zamanki gibi sessizce...Sağa sola bakıyorum,çocuklarda bu sevgi günü oyunun içindeler...Micky Mouse Minisini kucaklamış,Donald Duck köşede kırmızı bir balon elinde beklerken; Daisy onu öpüyor...Kalemler “love” sözcükleriyle göz alıyor...Defterler yine kalpli ve kırmızı...

Çiçekçi kadın şaşırtıcı bir rakamda yaptığı satış miktarının sevinciyle sattığı çiçekleri jelatınlemekten yorulmuş; sabahtan beri ağzında çiğnediği sakızı çıkarmaya fırsat bulamıyor.

Arabalardan yüksekselen aşk şarkıları;sıkışmış trafikte korna sesleriyle farklı bir kıvamda çınlıyor kulaklarımızda...

Düşünüyorum da sevginin, birbirini seven kişilerin, aşıkların böyle baskı altında olmaları mı gerekli?

Hani bazıları şöyle der ya: “Bu sevgi sadece sevgiliye duyulan sevgi olmayabilir illaki...Bitkime duyduğum sevgi,aileme duyduğum sevgi,evcil hayvanıma duyduğum sevgi..”

Bitkini her zaman sevebilirsin bence sadece kuru kuru sevme çevreyi koruman yeterli!

Evcil hayvanını da sev onu sokak hayvanlarından soyutlamadan ,dikkatli!

Ailene duyduğun sevgiyi önce bir tart sonra düşün bence en büyük sevgi kimseyi kırmadan bir günü geçirebildin mi?

Aşıksan güzel hayaller süslesin yüreğini!

Şımarıklığınla bayağılaştırma sevgiyi!


Bir sevgilin varsa sadece sımsıkı tut onun elini!

Süslü püslü hediyelerin rüzgarında savrulup,yorma lütfen evreni....

Sevgi özelleştirilmeye ihtiyacı olan bir duygumu ki?

Sevgi bu kadar aciz mi?

Biz sevgiyi,sevgiliyi neden hapsediyoruz yirmi dört saate ayrılmış bir dilimin içine?

Neden özgür bırakmıyoruz sevgiyi,sevgilileri?

İlla ki bir günü mü olmalı sevginin..Diğer günler siyah rengin sahibi de sadece sevgililer günü olarak kutlanan “14 Şubat” mı kırmızı rengin hakimi!!

Herkesin dilinde sevgi,sevgili...

Evde sevgi..Cafelerde sevgi...Televizyonda sevgi...Sokakta sevgi...Gazetelerde sevgi...

Sevginin bu denli yoğun yaşandığı bir ülkede,sevgimizi korkusuzca diğer günlerde de keşke dile getirebilsek o zaman oluruz tüm gözlerde “SEVGİLİ”..

MERVE UTANDI-GÖZTEPE
14 ŞUBAT 2011
UTANDI BEBEK..

Başarıyla geçen bir konserin ardından konser giysilerinin bulunduğu uzun siyah torba ve notaların bulunduğu ağır poşetle birlikte Karaköy vapurunun giriş katındaki kiremit rengi ikili koltuğa sığmaya çalışırken,havanın yavaş yavaş karardığını farkettim.

Mavimsi gökyüzü,sedefimsi parlaklığını kaybetmiş olmanın huzursuzluğuyla yerini istemeden kurşuni gökyüzüne bırakırken; kademe kademe canlılığını yitirip; aşağıda tüm bu çekişmelerden haberi olmayan sakin manzara bir saat öncesinden daha farklı bir şekle büründüğünün farkında değildi.

Ancak bir tuvalde karşımıza çıkabilecek ; ressamının tüm ayrıntıları tek tek işlediği,canlandırmaya çalıştığı ve gerçeğiyle ayırt etmemizde zorlanacağımız cansız bir sanat eserinde bile “şahane” diyebildiğimiz bir manzara resminin gerçeğiydi aslında gördüklerimiz.Biz hissedemiyorduk ama bu canlı manzara her dakika hatta saniye farklı bir şekle bürünüyordu....İstanbul hep başka dekorlarla gözlerimizde sergileniyordu...

Dekorun inanılmaz değişimini bizler görebiliyorduk sadece...İlk önce gören ise alaycı kahkahalarını biran olsun durduramayan martılardı...Tüm bu düşüncelerden sıyrılmış;vapurun içindeki yolcuları tek tek gözlemlerken karşı koltukta oturan bir hanım ile gözgöze geldim.Tatlı bir gülümsemeyle yavaşça doğruldu, bir iki adım attı, bana doğru geldi ve hafifçe eğilerek kulağıma şöyle dedi:

-“Utandı, değil mi?” diye sordu...

Ben de,şaşkın bir şekilde:

-“Evet”diyebildim sadece...

Bu kibar hanımın bir dinleyicimiz olduğunu düşünmüştüm ilk olarak, belki az önce babam Münip Utandı ile Kubbealtı Akademisin’de birlikte verdiğimiz Yahya Kemal Beyatlı’yı Anma konserimizde bulunmuştu ve ne tesadüftür ki Anadolu yakasına birlikte geçiyorduk.

“Acaba hangi şarkıyı beğenmişti?”

“Konser hakkındaki düşünceleri neydi?”derken; bu karşılaşma beni bambaşka bir yere götürdü...

Yerine oturmuştu...Gözlerimin içine bakarak dedi ki:
“Ben senin bebek hemşirenim,seni çok severdik,tüm hemşireler Utandı Bebek diye severdik..Ben özellikle hastanede kaldığın süre boyunca seni odadan alır severdim,hatta diğer hemşire arkadaşlar :
- “Yine Utandı Bebeği sevmeye mi gidiyorsun?” derlerdi.O kadar severdim seni..

Bu güzel sözler ve övgüler karşısında ne diyeceğimi bilemeden,çok farklı hislerle kalakaldım.Sadece dudaklarımdan teşekkür sözcükleri dökülüveriyordu ama o an ifade edemeyecğim kadar duygusallaşıp;mutlu olmuştum..

Evet ; ben ve annem on gün gibi uzun bir süre hastanede kalmışız.Meğer benim gözlerim o zamandan beri hiç değişmemiş...Bebekken güzelmişim...

Aslında bebeklerin hepsi masum ve aynı sevimliliktedir benim gözümde ama Gülruh hemşirem demek ki beni çok sevmiş..Aramızda değişik bir bağ oluşmuş..Benim doğumumdan çok kısa bir süre sonra o da ilk kızına hamile kalmış;hatta o bebek de bir sene sonra benim doğduğum ay olan Mart ayında dünyaya gelmiş...

Otuz sene sonra bir akşamüstü ,Karaköy vapurun’da ilginç bir karşılaşma yaşadık...

Gülruh Hemşire de; bence onun sıcacık sevgi dolu kucağında dünya ile tanışmaya çalışan küçük yüreklerde çok şanslı...

Çocukları ve mesleğini çok seven; gözlerinin içi parıl parıl sevgi ışığıyla dolu,sevecen,bu sıcacık kalbin sahibiyle yirmi dakikalık kısa bir vapur yolculuğu benim için çok değişik bir sürprizdi..

İnsan gerçekten karşıklıksız sevgiyi onun gözlerinden yakalayabiliyor...Bu sevgi karşılıksız kalmayacak...

İyi ki bu tesadüfi buluşma gerçekleşti...

Utandı Bebek olarak ; Gülruh Hemşirem’e çok teşekkür ediyorum....

Bu kutsal mesleğinde daha nice güzel bebekler onun kucağında hayata merhaba desin...

Sevgilerimle;
Utandı BEBEK

Merve UTANDI-Göztepe-İstanbul-6 Şubat 2011



4 Şubat 2011 Cuma

Yahya kemal Beyatlı Konseri


Yahyâ Kemal Beyatlı'yı Anma Konseri


Solistler: Münip Utandı ve Merve Utandı


Konu: Yahyâ Kemal Beyatlı


Tarih: 5 Şubat 2011 Cumartesi


Saat 16:00


Yer: Köprülü Mehmet Paşa Medresesi / Çemberlitaş -Kubbealtı


Tüm dostlarımız ve musikiseverler konserimize davetlidir.