31 Ekim 2010 Pazar

ANTAKYA (HATAY)



Antakya’ya ilk gittiğim zaman üç yaşlarındaymışım.Halam ,eniştem , kuzenlerim ile ilk kez o zaman karşılaşmışım.Halam elimden tutmuş ve “Merve bak, bu çocuklar senin kuzenlerin,haydi oynayın birlikte bakalım ” diyerek bizim birbirimizle kaynaşmamızı sağlamış.

Ben o ilk karşılaşma anımızı, Antakya’ya ilk gelişimi doğal olarak çok küçük bir yaşta olmamdan dolayı hatırlayamıyorum.

Daha sonraki yıllardaki ziyaretlerimiz biraz daha net görüntülerle belleğimde..

Bu satırları yazarken bile gülüyorum, dedemlerin evinde kaldığımız süre içerisinde kuzenim ile yaptığımız muzurlukları, saatlerce oynadığımız yaratıcı oyunları unutmak mümkün değil. On sekiz saati bulan otobüs yolculuğumuz sonrasında otobüs terminalinden dedemlerin evine yaptığımız kısa yolculuk bana çok uzun gelirdi ; hemencecik beni sabırsızlıkla bekleyen kuzenime kavuşmak isterdim.Bıraksalar sokaklarını çok iyi bilmediğim bu şehirde kendimce büyük adımlar atarak hızlıca koşardım belki de.

Eve vardığımızda heyecan içinde bizi bekleyen bir isim daha vardı.Rahmetli babaannemin gözlerinin içi parlardı karşısında bizleri gördüğü zaman.Kapı açılırdı,burnuma gelen nefis Antakya yemeklerinin kokusunu halen duyuyor gibiyim.Bir sürü değişik lezzetteki yemeklerin kokusu öyle bir ahenkle birleşirdi ki etkisinden kurtulamazdım orada kaldığım süre içerisinde sürekli mutfaktaki divanda oturmayı tercih ederdim.

Babaannem tüm Antakya yemeklerini bizim için günler öncesinden hazırlardı.Gittiğimizde onların hepsini yemeden İstanbul’a dönmemiz imkansızdı.Dönüşümüzde de elimizde mutlaka içi yiyeceklerle dolu bir koli olurdu.


Yeşillik denilince aklıma dedem gelir.Sıradan bir maydanoz,basit bir demet nane ; sanki dedemin elindeki porselen beyaz tabağın içinde izlemeye doyamayacağınız bir sanat eserine dönüşürdü.

Dedem mutfağın bir maskotuydu sanki,akşam saatlerinde yemek hazırlığı karmaşasında o; mermer mutfak tezgahının dar bir köşesinde yayvan,yuvarlak,eni geniş bir kabın içerisinde zarif ölçülerle dizdiği malzemeleri cok ciddi bir tavırla sırasıyla karıştırır,önceden makinede çektiği özel eti de son olarak kaptaki karışıma ilave eder ve uzun bir süre tümünü yoğururdu.Sarı köftelik bulgur,her iki dakikada bir renk değiştirir gittikçe sarıdan tarçın rengine,tarçın renginden koyu kiremit rengine terfi ederdi.Bu renk değişiminde kırmızı acı biberin ve acı biber salçasının rolü çok büyüktü.

Tam bitti zannettiğinizde dedem eline bıçağı alır, özenle yoğurduğu karışımın içinden etin sinirlerini tek tek çıkarırdı.

Bu aşamayı da geçince bir bahaneyle mutfağa girer,dedemin yanına uğrar, “Al bakalım kızım” sesini duyuncaya kadar beklerdim.Dedem mutlaka ilk şekillendirdiği köfteyi bana verirdi,tuzlu mu olmuş,sert mi olmuş diye bir küçük gurme olarak tadardım çiğ köfteleri...İlk tadışımda devam onayını alırdı dedemin sanatlı çiğ köftesi.Gerçekten o lezzette çiğ köfte yapan yok şimdilerde.Tabağa dizerdi sonra o minik topları,yeşilliklerin yanında o nasıl bir renk uyumuydu,anlatamam..Benim çiğ köfteye olan tutkum,koyun etini reddetmeden yiyebiliyor olmam rahmetli dedemi çok sevindirirdi çünkü kuzenlerim koyun etini yemedikleri gibi,dedemin lezzetti çiğ köftesini de yemezlerdi...

Yemek yemediğimiz zamanlarda kuzenimle saatlerce odaya kapanırdık,birgün gazete çıkarırdık, sayfaları kırtasiyede fotokopi ile çoğaltır,kendimizce oyuncaklarımızdan seçim yaparak,gazeteyle oyuncakları mahalledeki çocuklara dağıtırdık,bu ciddi işimiz bitince barbielerimize küçük ceviz dolabın içine iki katlı ev döşer,babaannemin dikiş makinesinde artık kumaş parçalarından bebeklere elbise dikerdik, bu dikme işlemini babaannemden dikiş makinasını kullanmayı öğrenen küçük kuzenim gerçekleştirirdi.Biz hiç tartışmadan ,birbirimizi kırmadan,zamanın nasıl geçtiğini anlamadan saatlerce eğlenirdik.Bahçede doğayı keşfe çıkar,karıncaların yuvalarına yaptıkları telaşlı seyahati gözlemlerdik.Bazen Beybi şirkertinde çalışan teyzemin bize getirdiği beybi balonlarını renk renk balkondan aşağıya atar,çocuklara dağıtırdık.Hatta bir dağıtım günü işi abartmış olmalıyız ki bir grup çocuk evin kapısına gelmişti.Yeşil eriği çok severdik çekirdeklerini muzurca bahçedeki koyunlara atardık.Çocukluk işte...

Yer yatağı hazırlarken halamın oda kapısından seslenerek “Çarşafı tek kişi serer” cümlesini unutamam,benim misafir oluşumdan dolayı ev sahabi zerafeti ile söylenen bu sözün manasını yıllar sonra anladım..Gece yer yatağında taklalar atar,doğaçlama sözleri,o an besteler kasede çekim yapardık,ben mini konserler verir,ardarda söylediğim şarkılarla susmak bilmezdim.O dönemler repertuarımda Selahattin İçli Hocam’ın Hüseyni makamındaki “ Zeytin Gözlüm” şarkısı,İsmail Baha Sürelsan’nın Acemaşiran makamındaki “Gönlüm düşüyor çırpınarak” adlı şarkısı,Ferit Sıdal’ın Rast makamındaki “Bir gönül vardı bende” şarkısı, Selahattin Altınbaş’ın Hüzzam makamındaki “Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini ” adlı şarkısı yer almaktaydı.Genelde en keyifli anlarımızda büyük kuzenim oyunumuzu bozmak için aramıza katılırdı.Başlarda bizden yaşça büyük olan kuzenimi aramıza almak istemezdik,sonra garip bir acıma hissiyle onu oyuna dahil ederdik,kısa süre sonra pişman olurduk,çünkü o her seferinde oyunumuzu bozardı,bazen en sevdiğimiz bebeği ameliyat etme isteğiyle bizi kandırır,bebeğin parmaklarını kopartırdı,bazen de iskambil kağıdı oynarken biranda kağıdı ellerimizden düşürür desteye karıstırırdı.Çok kızardık,sinirlenirdik,kendi aramızda şifreli konuşurduk..

Eniştem’in arabasıyla yaptığımız yakın çevre gezileri de unutulmaz bir zevkti benim için.Antakya’nın tarih kokan sokakları,arabanın teybinde çalan Lübnan’lı meşhur şarkıcı Fariuz’un şarkılarıyla daha da bir anlam kazanırdı.

Babaannem ve dedemin vefatının üzerinden sekiz yıl geçti..

Ben yıllar sonra tekrar Antakya’ya gitme hazırlığı içerisindeydim.Ve o gün geldi..Değişik bir duygu yoğunluğuyla uçağımız Antakya Havalimanına iniş yaptı.Sekiz yıl önce Antakya’da bir havalimanı yoktu,bu gelişme aslında çok güzel bir gelişme.



İster istemez uçağın içindeyken yemyeşil fıstık ezmesini andıran Antakya’nın Amik Ovasın’daki kare kare tarlalarını kuşbakışı görmek bile beni duygulandırmaya yetmişti.Hani “ suyu,soluduğunuz havası bile başka!” derler ya bir şehri tanımlarken o şehrin yaşayanları,ben de Antakya’nın ılık rüzgarının tenime merhaba diyen esintisiyle bunları hissettim.Eniştemin arabasına bindiğimde yüzümde farklı bir ifade vardı.Değişim sadece çevredeki binaların artışı ve arabanın modelindeydi.O eski günledeki gibi gür sesli eniştem yine direksiyondaydı, Fairuz’un su gibi akan sesi kolonlardan son derece net kulaklarımızda çınlıyordu,eniştemde Fairuz’la birlikte düet yapmaktaydı adeta..Halam gelişimizden son derece mutluydu..Kuzenim iş yerinde olduğu için o karşılayamıştı bizi.Bakalım bu gelişimde hangi oyunları oynayacaktık birlikte ,gerçekten çok heyecanlıydım...

Halamın evinden içeri girdiğimde rahmetli babaannemin de bir yerlerden bizim eve giriş anımızı izlediğini düşündüm.Sanki sevincini halama ışınlamıştı,babaannemin rolünü ,yaptığı onca hazırlığı halam yüklenmişti..

Çok güzel lezzetleri uzun bir aradan sonra tekrar tadabilmenin mutluluğuyla birçok mekanda büyük bir zevkle yemeğimizi yedik.Kaldığımız süre içerisinde halamın hazırladığı keyifli,bitmesini istemediğim kahvaltıyı,eniştemin erkenden uyanıp aldığı sıcak puf ekmekler süsledi.

Taptaze meyveleri tokluk hissine aldırmadan yedim..

Çiğ köfteyi yeşilliğe sararken ister istemez gözlerim dedemi aradı,gayrı ihtiyari kulaklarını çınlattım.O lezzeti tabiki yakalayamadım.

Antakya’nın dar sokaklarını, Habib-i Neccar Camii’ni, Eski Sabunhane’yi ( şimdiki Savon Oteli), Saint Pierre Kilisesi’ni, ipek eşarp,şal satan dükkanları,defne şampuanın ve kalıp zeytinyağı sabunlarının bulunduğu küçük dükkanları, Harbiye’yi, Antakya Şehir Kulubün'ü, Antakya Oteli'ni,Saklı Ev'i, dünyanın ikinci Mozaik Müzesi’ni, Asi Nehri’ni, Adalı Konağı’nı ve daha ismini saymadığım birçok yerini gezdim.

Bazı aile büyüklerini de ziyaret ettik..

İlk olarak dedemlerle yıllarca aynı apartmanda oturan babamın halası Bedia Hala’ya uğradık.. Apartmanın önüne geldiğimizde gözyaşlarıma hakim olamadım.İlk baktığım dedemlerin balkonu oldu..Yaptığımız her eylem bir film şeridi gibi hızlıca akıp geçti gözlerimden..Seslenmek istedim,koca bir yumruk oturdu boğazıma..Onlar;babaannem ile dedem maalesef artık orada bulunmuyorlardı.Bedia Hala’nın boncuk gözlerinde bir an dedemi gördüm.Evin şekli,döşenme stili babaannemlerin dairesinin ikizi gibiydi.Odaları tek tek gezdim.Çocukluğumda penceren baktığımda gözlerimin gördüğü resim tamamen farklıydı.Büyük bir değişim geçirmişti mahalle,balon dağıttığımız çocuklar çoktan büyümüş her biri anne,baba olmuşlardı belki de..

Yaşına rağmen mutfağının temizliğini,raflara dizmiş olduğu pırıl pırıl cam bardakları herkesin görmesini arzu ederdim.Antakya kahvelerimizi yudumlarken;Bedia halamızın çok tatlı sürpriziyle karşılaştık.Biz geleceğiz diye sütlaç hazırlamış.Afiyetle yedik...

Duygulu ziyaret,kuzenimin telefonuyla şekil değiştirmişti..

Kuzenimle haytalı yemek için yola koyulduk,çok doymamalıydık akşama oruk(içli köfte)yiyecektik çünkü..

Haytalı’nın açılımını yazmamda fayda var gibi.Bildiğimiz su muhallebisi küp küp parçalara ayrılıyor,dondurma kaplarına konuluyor,üzerine pembe gül suyu dökülüyor,son olarak da buz parçaları ilave ediliyor,isteğe göre dondurma koyanlarda var.Naturel hali benim damak zevkime göre en güzeli diyebilirim..






Antakya’daki yemekler saymakla bitmiyor..

Biberli ekmek ,kaytaz böreği, katıklı ekmek,lahm-il varka,oruk,kısır,cevizli biber,tuzlu yoğurt,künefe,humus,külçe,şıhılmahşi,kake,hurmalı kuabiye,Hambolez meyvesi,alıç,Antakya çiğ köftesi(kavrulmuş kıymalı),kıleyde biber,tuz ve kimyon eşliğinde yediğiniz ince simit,frig pilavı hatırladıklarım arasında..

Antakya’ya sekiz yıl aradan sonraki bu gidişimde biraz daha büyümüş olmanının olgunluğu ile kuzenimle oyun oynayamadık.Büyük kuzenimden de kaçmamıza gerek kalmamıştı bu sefer...Çünkü oyunlarımızı bozan,tahripçi, büyük kuzenim zaten hepimizden daha önce büyüdüğü için evlenmiş,çocukları ile oynamak için İstanbul’a yerleşmişti.

Bir gece kuzenimle aile albümünden resimlerimize baktık, iki katlı barbie evine çevirdiğimiz sihirli ceviz dolap ise şimdi kuzenimin öğretmenlikle ilgili dosyalarını taşımakta.

Yer yatakları çoktan hallaca gönderilmiş,oyuncaklar sanki kütüphanenin arkasında bizi bekliyorlar görünmez bir şekilde...Keltoş; kuzenimin en sevdiği bebeği,tahripçi kuzenin ameliyatına rağmen kesik parmaklarıyla o odada güler yüzüyle beklemede...

Hüzünle sevinci,kavuşmayla ayrılığı yaşadığımız Antakya’dan ayrılma anımız gelmişti ne yazık ki!

Veda ederken tek tek sırayla ; halamı, eniştemi, kuzenimi öptüm, uçağa bindiğimde halen Fairuz’un “Le Beyrut” şarkısı kulaklarımda yankılanırken İstanbul’a dönüş yapan uçağımızdan bir kez daha Antakya’ya bir kuşbakışı bakış attım...

Fıstık ezmesi tarlalara,bulutların arasından bereket yağmurları diledim..

Zeytinler yeşermeliydi ki köylü kazancına kazanç katsın,zeytinler yeşermeliydi ki ben çiğ köftemin keskin acısını saf Hatay zeytinyağı ile yumuşatabileyim...


MERVE UTANDI

28.10.2010


Antakya gezimle ilgili detay fotoğraflar:)

29 Ekim 2010 Cuma

CAMDAN DÜNYA PAŞABAHÇE




Cam eşya denilince akla hep Paşabahçe gelir...

Türkiye’nin birçok yerinde gittiğimiz lokantaların,otellerin,toplantı salonlarının masalarını,duvarlarını genellikle Paşabahçe’nin cam eşyaları süsler.

Bir çay saatini düşleyin,paşabahçenin porselen tabaklarındaki sıcacık su böreği yenmek üzere önünüzde,tam böreğinizi çatal ve bıçağınızla parçalara ayıracakken ; siz başınızı tavşan kanı çaya çevirirsiniz.Bakışlarınız ilk olarak çayın rengine takılı kalsa da, ikinci dikkatinizi çeken demli çayınızın nasıl bir bardakta geldiğidir masanıza...

Çay bardağınız ince belli mi? Kulplu kristal mi,kesme mi, yoksa iki yudumda bardağın dibine ulaşacağınız kadar ufak mı?

Siz bunları düşüne durun masanın tam ortasındaki cam şekerlik sizi bekler..Oval midir? Kapaklı mıdır? Desenli midir? Üfleme cam mıdır? Ne renktir? Limoge mudur?

“Bir cam şekerlik alttarafı” demenize izin vermez şekli şemali... Çay biter,börek biter,susadığınızı hissettiğiniz anda mavi şişman bir sürahinin içindeki mucizevi içecek su imdadınıza yetişir..


Elinize aldığınız bardak sürahinin en küçük kızıdır,diğer kardeşleriyle küçük bir takımı oluşturmuşlardır bir köşede çoktan gizlice...

Paşabahçe büyük,ünlü bir marka olmanın dışında alışkanlıktır,tanıdık bir sima gibidir, bir dost kadar da yakındır kişiye..

Yıllardır,alışveriş ettiğim bu mağaza, alışveriş yapmadığım zamanlarda da kapısından içeri girdiğim andan itibaren ruhumu dinlendirir; yoğun bir terapi görmüş gibi rahatlatır..


Rengarenk cam eşyalar,porselenler,tahtalar,murono objeler,altın-gümüş antika fincanlar,eskitilmiş modern tahtalar,lokumluklar,çeşm-i bülbüller,karafakiler,içki kadehleri,kurabiye tabakları,bakır sahanlar,gaz lambaları,oymalı tepsiler,hacı yatmaz likör kadehleri,şamdanlar,abajurlar,kahvaltılıklar,kek tabakları,bir şekerci dükkanının çekiciliğiyle karşımda durur...


Sürekli elim bir objeye gider,kırılacak korkusuyla son anda elimi nesneye değmeden aşağıya sallandırırım ince bir terbiyeyle..


Bazen sepetim dolar irili ufaklı nesnelerle,bazen sadece yaptığım bu renkli göz banyosuyla yetinir,mutlu olurum...

Son zamanlarda bu alışkanlığıma bir değişik ürün daha eklendi.Paşabahçe geçtiğimiz ilkbaharda yepyeni bir tasarımla karşımıza çıktı.

Kolonya...


Bildiğimiz,aşina olduğumuz iki çeşitle sınırlı, popüler lavanta ve limon kolonyasının dışında yepyeni, taptaze koku serisiyle bizleri ödüllendirdi adeta Paşabahçe...

Öncelikle kutuların zarifliğine vuruluyorsunuz, sonra üzerindeki yazıyı okuyor,hemen gözlerinizi kapatıyor,kolonya şişesinin baş kısmını kokluyorsunuz!


Her bir şişe farklı bir kokuyla dolu ve sizleri bambaşka yolculuklara çıkarıyor.


Değişik kokuların cazibesiyle istediğiniz hatırlarınıza dönebiliyor,istediğiniz mekana gidebiliyor,eski yıllara seyahat edebiliyorsunuz..

Yalıkavak yazılı şişede Bodrum’un aşkı çağrıştıran ,satsuma mandalinalarının taptaze kokusuyla büyülenip, sarhoş olabiliyorsunuz...

Cunda yazan şişeyi soluduğunuzda Eski İstanbul’un yalılarının arka bahçesinde kurulu salıncakta sallanırmışcasına, ılık bir bahar akşamüstüsünün esintisine kapılıp; buram buram kokan iğde ağacının kokusunu çekiyorsunuz ciğerlerinize....

Ben Büyükada yazılı şişeyi elime aldığımda,gözlerimin önünde uzaklıklar beliriverdi..Ani bir hüzünle sarsıldığımı hissederken,belkide kokladığım koku ; nedensiz bir vazgeçişin suskunluğunu bozan,hasretle solunan havaydı mimoza çiçeklerinin tatlımsı kokusuyla bu şişede...Çok da gizemliydi.....


Tütün,lavanta,gül,çay,çikolata kokularını koklayacağınız şişelerde mevcuttu bu serinin içinde...


Paşabahçe bir tutku...


Paşabahçe görülmeğe değer,her türlü zevke hitap eden,kendi ruhunuzdan,yaşantınızdan izler bulacağınız bir moralhane...

Keyifli alışverişler,zevkli seyirler diliyorum herkese tabiki PAŞABAHÇE’DE...


MERVE UTANDI


29.10.2010

10 Ekim 2010 Pazar

İSTANBUL HATIRASI/MEMORIES OF İSTANBUL


Uzun bir aradan sonra çok özlediğim bir eylemi gerçekleştirecek olmanın heyecanıyla Kadiköy’e ulaşmıştım.


Pazar gününün sakinliğinden olsa gerek bu sefer trafik fazla canımı sıkmadı.


Şiddetli yağmur oldukça yorulmuş olmalıydı ki ,dinlenmek üzere bir süreliğine aktif olmaktan vazgeçmiş sırasını güneşe devretmişti..Derin bir huzurla Haldun Taner Sahnesi’nin önüne geldiğimde kalbim kıpır kıpırdı.


Yarım saat sonra başlayacak oyunu ,sahne arkasındaki hazırlık aşamasını,verilen emeği,emeği geçenleri,sanatı,sanatçıları,oyuna saniyeler kala çıkan aksilikleri,kulise yayılmış tatlı parfüm kokusunu, giyilmek üzere bekleyen bir düzine kostümü düşünüyordum.


Gong sesini çok özlemiştim.Beni çocukluğumun mutlu günlerine götüren gong sesini ne zaman duysam tiyatro ile ilk tanıştığım ana giderim...Tevfik Gelenbe tiyatrosunda izlediğim oyunları hatırlarım.Çoğu zaman ön sıralarda oturmamıza rağmen ben; mutlaka paltomu katlar,kabartır,koltuğa güzelce yerleştirir,yetişkin bir kişinin cüssesine büründüğümü zannederek yerime ancak o şekilde otururdum..O zamanlardaki çocuk ben; sanatçıların oyun süresince oyunu benim için oynadıklarını düşünür,bu hayalle çevredeki diğer seyircileri belli bir süre görmüyor gibi yaparak,değişik bir hisse kapılırdım..Ara olduğunda ise hafif hüzünlenir yüzüme gözüme bulaştırarak yemeği hiçbir zaman beceremediğim frigomu yarılayarak; ikinci perde başlayana kadar oyalanırdım...Tiyatro bittiğinde ise,alkışlamaktan acıyan avuçlarıma aldırmadan “BİTMESİN! BİTMESİN!” diye söylenir dururdum...


İlk gongun vuruluşuyla ,o özlediğim aşina sesi duyarak,irkildim ve az sonra başlayacak oyuna konsantre olmuş bir şekilde beklemeye koyuldum.


Orkestra çukurunda bekleyen sanatçıların enstürmanlarının akortları tamamdı artık.Sahne karanlıktı,dekor ise ruhumu oyun başlamadan okşamaya başlamıştı bile..Ve sabırsızlık içinde beklediğim İSTANBUL HATIRASI adlı oyun başlamıştı...


Ali Amca’ya tam ısınmışken az bir zaman içinde Ali karakterini tanımıştık,Varsenik ve Hayganuş’un arkadaşlıkları söyledikleri kantolarla daha bir hoşumuza gitmişken oyunun sonunda ister istemez Hayganuş’a kızmadan edemedik..Şevki Efendi’ye gülerken,Naciye Kalfa’ya çeviriyorduk gözlerimizi,Levon’u izlerken,Bekir’in yanık sesiyle hüzün denizinde yüzüyorduk..Sinistre’ye sinirlenmiş ve ne olacağını merakla beklerken ,gözlerimiz Namık’ı arıyordu.


Orkestranın eşliğinde,oyuncuların kendi seslerinden dinlediğimiz Türk müziği eserlerini de Klasik Türk müziği sanatçısı olarak dinleyen benim çok büyük keyif aldığımı söylemeden edemeyeceğim..


Varsenik ‘in (Binnur Şerbetçioğlu)şarkıları yumuşacık yorumlayışını , Hayganuş’un(Selma Kutluğ) dansla bütünleşmiş asla bozulmayan icrasını,Meddah-Ali Amca’nın (Toron Karacaoğlu)davudi sesini,diğer oyuncuların performanslarını,oyunu yazan,yöneten ve oynayan Ali’nin(Tarık Şerbetçioğlu) oyun bittiğinde yüzündeki aydınlığının etkisindeyim halen..


Oyun bitmişti.Tüm oyuncular üzerlerinde en son giydikleri kostümle yeniden sahnedeydiler..
Elimde buruşmuş selpağımı kucağıma koyarak kuvvetlice alkışlamaya başladım..İçimde çocukluğumun “BİTMESİN! BİTMESİN! sesleri yankılanırken,göz yaşlarıma yine hakim olamadım..


Tüm kalbimle tüm oyunculara teşekkür ediyorum ve “İyi ki varsınız!” diyorum...


MERVE UTANDI-GÖZTEPE- 10.10.2010




5 Ekim 2010 Salı

MÜZİĞİN YAŞAMIMDAKİ YERİ


Küçüklüğümde bazı büyüklerim bana; belli zaman aralıklarında bir soru sorarlardı ve ben bu soruyu usanmadan cevaplardım..


“Merve bir kardeşin olsa ne yaparsın?”


Defalarca sorulan bu soruya benim verdiğim cevabı hayal meyal hatırlıyorum ama çocukları çok seven bana göre fazla tersti. Artık söylememde bir sakınca yok sanırım “Üst kattaki komşumuzun balkonundan aşağıya atarım”derdim.


Son derece negatif enerjiyle dolu olan bu cevabım o yıllardan bir iki yıl sonra olumlu bir şekilde değişti ve ben bir kardeşim olsun istedim.

Aynı yıllarda beni kızdıran bir başka soruda “Merve, büyüyünce sen de annenin ve babanın yolundan gideceksin, müzikle uğraşacaksın değil mi? sorusuydu.


Üç ,dört yaşlarında şarkı söylemeyi çok seven , hiç susmayan, kaset kayıtları olan, hatta o dönemde hit olmuş yılın en sevilen Türk Müziği şarkılarını ezbere bilen, takıldığım yerlerde ise topu annem ve babama atan”Devamını koroda söyleyecekler!” diyerek başka eserleri okumaya koyulan küçük Merve lakaplı ben ; yaptırımlı bu soru karşısında dudaklarımı nedense sıkıca kilitlerdim.İçimden nice şarkılar geçerdi ama inadına söylemezdim.Çocukluk işte..Şimdi sadece gülüyorum tüm bu yaptıklarıma...


İlkokulda müzik dersinin yerine sınıf öğretmenimiz matematik problemleri çözdürürdü bizlere.Beş yıl boyunca çok az müzik dersi yaptık.Hava güzelse öğretmenimiz bizi bahçeye çıkarırdı.Bize ya mendil saklamaca oyunu oynatırdı ya da “yağ satarım bal satarım” oyununu oynardık.Yağmurlu havalara denk gelen müzik dersinde ise “Demirciler demiri nasıl döver?”şarkısını okurduk.


Şimdi düşünüyorum da birçok olasılık geliyor aklıma..Belki öğretmenim bu şarkıyı çok severdi, belki de sesi bu şarkıyı okumaya müsaitti ya da en son ihtimal öğretmenimin şarkı dağarcığı çok geniş değildi diye düşünmeden edemiyorum.. Ortaokulda müzik derslerinde zorunlu olarak flüt çalardık.Nedense bunlardan biri “Ha Un Ele” türküsüydü biri de “Yalancı Çoban”dı.


Aradan yıllar geçti,şimdi müzik dersi müfradatına bakan ben sistemde çok fazla bir değişiklik göremiyorum...


Müzik sesleri eksik olmayan ,gerçek sanatın icra edildiği müzik sesleriyle dolu bir evde büyümenin büyük etkisiyle ileride ne olacağımın,hangi meslek grubunda yer alacağımın kararı zaten ister istemez kendiliğinden oluşmuştu bile. Müzikle tam olarak ilk tanışma yıllarım annemin karnında dünyaya gelmeyi beklediğim aslında çok da kısa sayılmayacak dokuz aylık zamana denk gelir.Annem doğuma az bir süre kala sahnede performansını sergilerken ben de ritim tutuyormuşum minik tekmelerimle..Babamın solosu sırasında tekmelerim hızlanmış,farklı bir ritme geçmişim...


Ben doğduktan sonra da annem ve babamın evde tanbur eşliğinde yaptıkları provalar,sayfalarca ezberlenen ayin-i şerifler,diğer formlardaki Klasik Türk müziği eserleri,tüm gün çalan ve uyuyana dek hatta uykumda bile dinlediğim radyo sesi çoktan kulağımdan yüreğime kaydolmuştu belki de.


Müzikle nefes alışlarım devam ediyordu artık biraz daha büyümüştüm. Beş yaşımı doldurmadan dev bir bina gibi görülen Atatürk Kültür Merkezi binasının içindeki küçük konser salonundan içeri girişimle başladı herşey.Çok etkilenmiştim.Her hafta Pazar sabahları verilen konserlerin bir minik dinleyicisi olarak ;hocam Prof.Dr.Nevzat Atlığ yönetimindeki İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nu zevkle,beğeniyle,koronun sıkı takipçisi ve daimi dinleyicisi olarak yıllarca izledim.


Öyle bir sevgiydi ki bu sevgi ; lise son sınıfta bir gecede mesleğimi seçmemde zorlanmadan karar vermeme yardımcı oldu .Ben artık Klasik Türk Müziği eğitimi alacaktım ve konservatuar öğrencisi olacaktım.Sınavlarda başarılı oldum.Beş yıl süresince istediğim alanda eğitim aldım.Sadece Türk Müziği değil,Batı müziği ve Halk müziği eğitimi de aldım.


Müzik benim için bir yaşam biçimiydi artık...


Birçok müzik türünü tanıma,dinleme fırsatım oldu,diğer müzikleri öz müziğimizle karşılaştırdım,türlü melodilerin arasında gezinirken eğitimini aldığım müzik türü daha çok ilgimi çekti.Şimdi mesleğimi icra ederken küçüklüğüme dönüyorum ve beni kızdıran o masum soruyu düşünüyorum...


Solo yaparken herşeyden arınmış ve soyutlanmış olarak ,sevdiğim işi yapmanın bana verdiği hazla ; sahnede okuyacağım esere odaklanmış bir şekilde beklerken ...“İleride annen ve baban gibi sanatçı olacaksın,müzikle uğraşacaksın değil mi?” sorusunu bana yönelten büyüklerime teşekkür ediyor, özürü bir borç biliyorum...


MERVE UTANDI-GÖZTEPE




2 Ekim 2010 Cumartesi

Sevgi Üzerine...




Nice sevgiler görüyorum, bakışlarım takılı kalıyor bir süre, bambaşka manzaralara odaklanamadan donuk,bir başıma öylece duruyorum.

Nice hikayeler anlatılıyor sevgiler üzerine ; kulaklarımı kapamak gelmiyor içimden,aksine tüm netliğiyle, en kısık sesi, fısıldayışı bile duyuyorum.

Son zamanlarda ben sürekli “sevgiyi” düşünüyorum..

Düşündüğüm sevgi karşılıklı sevgide ısrarcı nedense! O sevgi ; saf bir ipek şalın rüzgarla şekilden şekile girmesi gibi ütüsüz ve sabırsız bir sevgi..Kimi zaman özgür,kimi zaman kalpte hapsolmuş,bir köşede esir delice..

O sevginin saati yok,zaman kavramını unutmasına rağmen geçen her günü koca bir yılın bitmesiyle eş değerde tutuyor..

Sevgi gerçekte bir yolculuk mu?

Eğer bir yolculuksa sevgi, biz bu yolculuğa tek başımıza çıktığımız vakit hangi tehlikelerle karşı karşıya geliriz?

Sevgi incitir mi? Yoksa, sevgi; derin , fırtınalı bir denizde dalgalarla mücadele edip; sevilene atılan her minik kulaçla ona biraz daha yaklaşmakda mı gizli? Çözemedim. Sorular,hep soruları kovaladı zihnimde..

Sevgi yolculuğuna tek başına çıkılabilir mi sizce? Buna değer mi?

Sevgi ; belki karşılık bulduğunda dillerden düşmeyen bir ezgi...

Sevgi ;günden güne filizlenen, en olmadık zamanlarda yeşeren, can bulan, dallanıp budaklanan, büyümesine engel olmadığımız bir tür bitki misali içimizde değil mi?

Herkes istediği anda, kendi kendine karar verip de, sevgi yolculuğuna çıkamaz ki...Sizin sevgi yolculuğuna çıkmanız için yolunuzu aydınlatan,destekçi bir ışığa ihtiyacınız vardır.

O ışık ;yolculuk yapacağınız sevgiliden size gelir...Karanlık ve çıkışı görülmeyen bir tünelin girişinde yolunuzu aydınlatmak üzere,elinde ışıklı feneri ile bekler sizi,ilk olarak fenerinden yayılan ışık hüzmelerini görür gözleriniz.. O anda sizi cesaretlendirmişdir,umutlandırmıştır...Güvenmişsinizdir ona.Yoksa aklınıza gelir mi hiç bu karanlık yolculuk...Tek başına risktir.Yıpratıcıdır.Sabır işidir...

Nice sevgiler görüyorum,iki kişilik oyun iken,mızıkçılık sonucu tek kişilk oyuna dönüşen.O zaman başlamadan biti veriyor yolculuk.Mızıkçı oyuncu belki oyun bozan damgasıyla damgalanıyor.




Sevgi yolculuğu için hazır bekleyen bavul,seyahate çıkmadan dağılı veriyor...

Nice sevgiler görüyorum!

Sevgi yolcuğu için bavullar hazır...

Yolcular tamam...

Karanlık tünel az ileride.

Önce bir sevgi doğuyor,sevenlerin gözlerinden,sözlerinden hissediliyor bu sevgi..

Belki eller birleşecek az sonra ve karanlık tünelde bir yolculuk başlayıverecek gibi..

Feneri elinde sevgi yüklü biri duruyor,heyecanlı,gelecekte sevgili olacak kişilerden biri..

Hemen yanında onun tuttuğu fenerden gelecek ışığı almaya hazır,yola koyulmaya hazır bir diğer sevgili...

Ne bir ses var,ne bir ışık var.Günler,aylar geçiyor, biri bekleyişte, karanlık tünelin başında, ileriyi, ışıklı yolu görmeye istekli, bir diğeri elinde feneri, sabit, donuk, heykel gibi:

“Acaba yaksam mı feneri yakmasam mı? En iyisi yakmadan ,sessizce çekip gitmeli”cümlesinden güç alarak belki de vazgeçmeye çoktan meyilli..


Nice sevgiler var; başlamadan bitirmeyi seçtiğimiz.. Oyuncuları çaresizce, istemeden yok etme yoluna gittiğimiz... Adan Karlı dostum bakın şöyle diyor ;

“ HAYATTAYKEN ÖLDÜREMEDİKLERİMİZ BEKLEME SÜRESİNCE BİZİ ZATEN ÖLDÜRÜR”..

Sanki en zoru da bu cümlede saklı gibi..


Nice sevgiler var, yarım kalmış, aniden yok edilmiş, ama şarkılara kırgın dizelerle yerleşmiş ve yüreklerdeki acıyı besteyle işlemiş.Mustafa Nafiz Irmak da dizelerinde bakın nasıl anlatmış sevgiyi:


GİTTİ O GÜZEL YADIMA BİR HANDESİ KALDI
ONDAN BANA SON HATIRA FİRKAT SESİ KALDI
SEVDASINA RAM ETTİ BÜTÜN BİR YÜCE ÖMRÜ
ONDAN BANA SON HATIRA FİRKAT SESİ KALDI

Seçim sizlerin,isterseniz sevgi yolculuğuna çıkarsınız el ele, yanınızda güvendiğiniz; feneriyle size ışık tutan kişi ile..

Dilerseniz sadece bir köşede beklersiniz sevgiyi tek başınıza, günden güne yok olma eylemini kabullendiğinizi anlatan ruh halinizle bir sırrı gizler gibi...

Sevgilerimle;
MERVE UTANDI-GÖZTEPE\ 02.10.2010