17 Aralık 2010 Cuma

OYA PALAY












Bir kadın düşleyin hırslı,dik başlı,otoriter,tuttuğunu koparan,zaman zaman sinirli...

Bir kadın düşleyin; baskın bir ruha sahip, isteklerini yaptırımlarla yerine getirmiş; herkes onun emrinde...

Kimi zamanda oğlu için endişelenen şefkatli bir anne...

Alemdar Tohum ve Toprak’da Ayşe Sultan’ı biz bu özellikleriyle tanımıştık..

Bir kadın düşleyin yaptığı evlilikten pişmanlık duymuş,kızıyla iletişim kurmakta zorlanan,eşinin ani ölümüyle,beklemediği bir düzen içerisine giriverince şaşkın,afallayan...

Düşüş adlı oyunda İzzet Hanım böyle karşılaşmıştı biz izleyenleri....

İzzet Hanım da ,Ayşe Sultan da dimdik duruşlarıyla,hüzne bulanmış benizleriyle,mutsuzluklarını kalplerimize işlemişlerdi adeta.Yeri geldi bu iki kadına da üzüldük,yeri geldi kızdık...

Peki bu bahsettğim iki oyunda,oynadığı diğer oyunlarda farklı kişiliklerle bizi etkisi altına alan oyuncu gerçekte kimdi?

Oya Palay!

Bu başarılı sanatçı gerçek hayatın sahnesinde nasıl bir rolü canlandırıyordu diye düşünürken;

Oya Palay’ı sadece sahnedeki performanslarıyla tanımış ben ;kısa bir zaman önce kendisiyle tanışma şansını yakaladım...

Bir kadın düşleyin ışıl ışıl parıldayan gözlerinden sevgi akan,mesleğine aşkla tutunan,başarısının ışığıyla bizi aydınlatan....

Bir kadın düşleyin, mütevazi,insancıl,selamını esirgemeyen,gülücükleri bonkörce dağıtmaktan kaçınmayan...

Bir kadın düşleyin uzun uzun sohbet etmediğiniz halde size kendisini bir iki cümleyle tanıtıp; şeker gibi bir kalbin sahibi olduğunu müjdeleyen...

Bu şeker kalbin sahibi tiyatro sanatçısı Oya Palay ; sanatçı bir ailenin kızı.. Tiyatro ve sinema oyuncusu, seslendirme sanatçısı, yönetmen aynı zamanda senarist olan babası Abdurrahman Palay ile tiyatro oyuncusu Özen Tutucu’nun kızları. 5 Temmuz 1960 yılında doğan sanatçı; sanat hayatına küçük yaşlarda başladı,1986 yılında Şehir Tiyatrolarına giren oyuncunun oynadığı oyunlardan bazıları;

Resimli Osmanlı Tarihi;Kuşlar, Ben Anadolu,Metro Canavarı, Sarıpınar 1914, Afrikalı Peygamber,Memleketimden İnsan Manzaraları,Lüküs Hayat,Ahududu, Aslana Benzer,Bernarda Alba`nın Evi,Düşüş,Alemdar.

Oynadığı Sinema filimleri;

Karanfilli Kadın(1966),Bir Aşk Türküsü(1969), Hasret(1980),Sevda Rüzgarı(1986),Namus Düşleri(1986)

Oya Palay gibi değerli,başarılı bir sanatçıyı yakından tanıma fırsatına eriştiğim için gerçekten mutluyum.Dün gece kendisinin nazik davetiyle tiyatroya gittim ve “Alemdar” adlı oyundaki başarılı performansını bir kez daha keyifle izledim...


Alkışların durmadan yükseldiği,perdenin hiç kapanmayacağı,oyunculuk gücünüzün etkisiyle karanlıktan sıyrılıp aydınlığa kavuştuğumuz,sağlıklı nice başarılı performanslarınıza,nice oyunlara!

Teşekkürler Oya Palay!

Sevgilerimle;
MERVE UTANDI


9 Aralık 2010 Perşembe

MERVE UTANDI-MÜNİP UTANDI YAHYA KEMAL BEYATLI'YI ANMA KONSERİ


Tarih:10 Aralık 2010 Cuma


Saat:20.00


Yer:BAKIRKÖY CEM KARACA KÜLTÜR MERKEZİ


Konu:Yahya Kemal Beyatlı'yı Anma Konseri.


Solistler:Merve UTANDI-Münip UTANDI




Konserimize tüm dostlarımızı ve musikiseverleri bekliyoruz...

5 Aralık 2010 Pazar

DÜŞÜŞ




Kırmızı kadife perde sımsıkı kapalıydı,oyunun başlamasına sadece on dakika kalmıştı.Biraz sonra başlayacak oyunun konusu hakkında biraz ön araştırma yapmıştım..

Kucağımda şehir tiyatrolarının bugün izleyeceğimiz oyununu anlatan, hangi yazara ait bir oyun olduğunu, yönetmenin ,oyuna ruh verecek oyuncularının hangi sanatçılar olduğunu özetleyen kitapçık durmaktaydı.

Önce baştan sona şöyle bir inceledikten sonra,detaylı olarak birkez daha gözden geçirmek istedim.

Oyuncuların listesini tekrar okudum ve kısa bir an 2010 yılından koparak; lise yıllarıma geçiş yaptım..Oyunda oynayan sanatçılardan birinin ismini görmem sonucunda başlayan bu geçmişe yolculuğum ; perdenin açılmasıyla son bulmak zorunda kaldı
Ve “DÜŞÜŞ” isimli oyun başladı.

Artık çok emindim.Başrol oyuncularından Nimet karekterini canlandıran Defne Gürmen Üstün benim Kadiköy Kız Lisesin’den arkadaşımdı.Okul servisinde de birlikteydik,servis şöförümüz onu benden daha önce bırakırdı evine.Bazı zamanlar çıkışta bizimle gelmezdi; onun bahsettiği benim ise hayal meyal hatırladığım tiyatro çalışmaları olduğu için..

Kendimi kolay toparlayamadım; çok ama çok duygulanmıştım.Öyle özel bir duygu ki ,çocukluk zamanlarını hatırladığım arkadaşım yıllar sonra karşımdaydı ve ben arkama gururla yaslanmış gözlerim yaşlı onun sanatını seyrediyordum.

Tüm hislerimi onun güçlü oyunculuğu sayesinde bir süre dondurabiliyor,soluksuz bir şekilde oyunculuğuna konsantre olarak; Nimet karakterini tanımaya çalışıyordum.Arkadaşım Defne’nin rolü gereği yaptığı mimikleri,ciddiyeti,ses tonu,disiplini,kostümleri taşıyan asil bedeni; otoriter ,hırslı,ihtiraslı bir kadın olan Nimet’i bile sevebilmemi sağlamıştı..

Mehmet Şehabettin Paşa’nın(Toron Karacaoğlu) hırsları,her zamanki üstün oyunculuğu,İzzet Hanım’ın (Oya Palay) bunalıma düşmüş, kızıyla iletişim kuramamış bir anneyi ve oyunun sonunda eşini kaybettiği gün kızı Nimet’in onunla konuşması sonrasında yaşadığı şaşkınlığın acıyla harmanlanışını yakından izlemek Şefik’in (Erkan Sever) eşi Nimet’e duyduğu hayranlık sonucu başına gelen olayları,Sultan Hamit’in padişahlık günlerindeki (Engin Gürmen) son demleri görülmeye değerdi...

Çeşmifelek’in(Melike Altınbaran) konağa ve paşasına bağlılığını,Gazeteci’nin(Özgür Dağ)gerçekçiliğini,I.İstanbull’lu(Yavuz Şeker),II.İstanbul’lu (Murat Derya Kılıç)Rahmi(Engin Coşkun),Nazım(Samet Hafızoğlu),Cavit(Gökhan Eğilmez),Talat(Caner Çandarlı),Tahsin Efendi/Hüseyin Hilmi(Rahmi Elhan),Hilmi Efendi/Tevfik Paşa(Ali Karagöz) da bizlerin farklı bakış açılarıyla o günlerin hareketli,huzursuz İstanbul’unu yakından anlamımıza yardımcı oldu..

Sahne tasarımıyla,dekoruyla,kostümlerin ve aksesurların canlılığıyla Engin Gürmen’nin yönetimindeki ,yazar Kemal Bekir’in Düşüş adlı bu son derece güzel oyundan etkilenmemek mümkün değildi.Efektlerin zamanlaması,müzik seçimi ve ışık oyunları bizleri zaman zaman da heyecanlandırıyordu.


Oyun bitmişti.Tüm oyuncular sırayla selamlarını verirken; alkış tempomuzda hızlanmıştı,arkadaşım Defne Gürmen Üstün’ü sanki ister istemez daha büyük bir coşkuyla alkışlıyordum..O kadar torpil yapma lüksüm vardı..Ne de olsa o benim arkadaşımdı ve bugün unutulmaz bir sürpriz yaşatmıştı bana..

Aynı lisedeydik Defne ile..

Okul servisimiz de aynıydı...En son birbirimizi nasıl,ne şekilde görmüştük? Birbirimize en son ne anlatmış,hangi cümleden sonra farklı yollara gitmiştik hatırlamıyorum!


Defne sanatın oyunculuk dalında ilerlemiş,başarılar kazanmış ve bugün babası Engin Gürmen ile aynı sahneyi paylaşarak mesleğini icra etmekte...

Ben ise sanatın müzik dalını meslek olarak seçmiş ve bugün tıpkı Defne gibi sahnede babam Münip Utandı’yla farklı bir sanatı icra ediyorum...

Tüm oyuncuları içtenlikle kutlayıp onlara teşekkürlerimi sunarken;Defneci’ğim seni de canı gönülden kutluyorum...

MERVE UTANDI

05.12.2010-GÖZTEPE/İSTANBUL

3 Aralık 2010 Cuma

iki dev yazar...


Ortaokul yıllarında Türkçe derslerinin olduğu günler benim için ayrı bir önem taşımaktaydı.Bir gece öncesinden her türlü hazırlığımı yapar; öğretmenimin verdiği ödevleri en ufak ayrıntısına kadar tamamlar hatta defterimin kenarlarına süslemeler bile yapacak zamanım kalırdı.
Neden bu kadar özenirdim?
Neden bu dersi çok severdim?


Yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum.O zamanlar oyun çağından süzülüp gerçek hayata giriş yapma telaşında gelgitler yaşayan ben;Türkçe öğretmenimi de çok severdim.Bazı zamanlar teneffüse çıkmadan,zil sesini bile duymadan öğretmenimizin bizlere ödev olarak verdiği araştırmaları düşünür; kompozisyon yazmamız için seçtiği özel cümleleri, deyimleri, atasözlerini evde hazırlamak için bir deftere kaydeder, anlattığı hikayeleri göz tiyatromda canlandırır, ders işleyişindeki akıcı anlatımlarıyla da huzur bulurdum.

En çok hoşuma giden ödevlerden biri de o dönemin önemli gazetelerinde yazı yazan ; köşe yazarlarının yazılarını takip ederek bizden bir arşiv oluşturmamız istenirdi.Bir hafta boyunca seçtiğim yazarların yazılarını özenle keser bir dosyada saklardım.


Onların anlatımlarıyla bambaşka sayfalar açılırdı önüme,ufkum olabildiğince genişler;kelime hazneme hergün yeni bir kelime katılırdı.Sonra o hafta biriktirdiğim makalelerden birini seçerdi öğretmenim...

Ardından ben de o seçilen makaleyi kendi cümlelerimle defterime kompozisyon şeklinde yazardım..Kimdi heyecanla,sabırsızlıkla makalelerini yorumladığım bu yazarlar? Kimdi beni kelimelerin sihirli dünyasında gezintiye çıkaran bu iki dev ,önemli yazar....

O kadar üzülüyorum ki o ödevlerin kopyası elimde değil!


O kadar üzülüyorum ki o yıllarda takip ettiğim o iki yazarın biriktirdiğim makaleleri elimde değil!


Ama biranda içim tanımlayamayacağım bir huzurla doluyor.


Yıllar sonra ben,bir dost meclisinde iki dev gazeteci yazar ile biraradayız.


Şanslıyım...

Bir yanımda Mehmet Barlas!


Bir yanımda Rauf Tamer!

29 Kasım 2010 Pazartesi

ALEMDAR -Tohum Ve Toprak




Perdeler açık, loş bir ışığa alışma çabasında gözlerimiz...

Karanlığın hakimiyetine hapsolmuş bedenlerimiz...

Kapkaranlık...

Kırmızı ve bordonun yoğun olduğu el işi halılarla kaplı, yokuş aşağı bir sahne...

İçi kan dolu bir cam kap bir köşede duruyor...Kamertap’ı beklemede...

Sahnenin bir köşesinde ayaklı kocaman bir mumluk...Üzerinde üç beş mumun ışığıyla kara bir kırmızılığa dalıyor gözlerimiz..

Biraz sonra ,son gongun çalışıyla , hepimiz arkamıza yaslanacağız,gözlerimizi kırpmaksızın,nefes aldığımızı bile farkedemeden ; iki perdelik bir yolculuğa çıkacağız...

Tüm sıkıntılarımızı,mutluluğumuzu,planlarımızı belki az bir sürede olsa donduracak,sadece oyunla ve oyuncuların ruhuyla can bulacağız...

Fonda enstürmantal bir müziğin başlamasıyla; tek tek tüm oyuncular ellerindeki mumlarla içeriye girecekler.... Ellerinde bu sıkıca tuttukları mumları büyük bir dikkatle dev şamdana bırakıcaklar...Bizler mumun ışığında yüzlerini görmeye çalıştığımız oyuncuları izleyeceğiz. “Hangi oyuncu kimi canlandırmaktadır?”sorusunu soracağız ilk on beş dakika kendimize..Sonra bir bakacağız ki ilk perde bitivermiş...

Bahsettiğim oyun Orhan Asena ‘nın yazdığı ; Engin Alkan ‘nın yönettiği ALEMDAR(Tohum ve Toprak).

“İlk 1963 yılında sahnelen oyun ;III.Selim döneminin çalkantılarını, o dönemde Avrupa’nın ekonomik gücü sayesinde ortaya çıkan sosyal sınıflaşmayı, güçlenen burjuvayı ve bunun sonucunda emperyal devletler çağının sona ermesiyle ortaya çıkan büyük değişimlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu etkilemesini konu alıyor.

Parlak günlere veda eden Osmanlı Devleti sıkıntı içinde.Askeri alanda da üstünlüğü olan Osmanlı ; gücünü yavaş yavaş kaybediyor..Rumeli’deki azınlık isyanları topraklarımızı tehdit ediyor.

III.Selim büyük bir değişim yapılmasından yana..

Öncelikle orduyu değiştirmek istiyor ve Nizam-ı Cedid isimli orduyu kuruyor.Kabakçı Mustafa adındaki bir yeniçeri ağasının önderliğinde Osmanlı’ya karşı bir isyan başlatıyor.III.Selim tahtan indiriliyor.Yerine IV.Mustafa tahta çıkarılıyor.Bu isyandan kurtulan bazı ileri gelenler Rusçuk Ayanı Alemdar Paşa’ya sığınıp; Rusçuk Yaranı adı altında gizli bir komite oluşturuyorlar.Amaçları III.Selim’in tahta tekrar çıkmasını sağlamak.14 Ay sonra Alemdar Paşa İstanbul’a yürüyor,sadrazam oluyor ve Sened-i İttifak’ı yürülüğe koyuyor.

Sened-i İttifak anayasal nitelikler taşıyan ilk belge..Tüm bu gelişmelerin sonucunda Yeniçerilerin ayaklanması,Alemdar Paşa’ın ölümüne sebebiyet veriyor.Padişah II.Mahmut tahta kalmak için kardeşi IV.Mustafa’yı öldürtüyor.Sened-i İttifakı yürülükten kaldırıyor,yeniçerileri kanlı bir şekilde yokediyor.Osmanlı devletindeki sınıf mücadelesi ; böylelikle sonlandırılıyor..”

Oyunun sonunda dev mumluk sahnenin kenarına getirildi...

Işık hafifledi.Fon müziğinin sesi biraz daha yükseltildi.Oyuncular birbir sahne arkasından ellerinde mumlarıyla tıpkı oyunun başında olduğu gibi yokuş aşağı sahneden mumluğa doğru dikkatle yürüdüler.Sadece yüzlerindeki mumun ışığını görüyorduk....

Tüm oyuncular mumları dev mumluğa yerleştirdikten sonra yerlerine geçtiler.Kostümlerin aksesuarlarla zenginleştirilmiş zevkli uyumu,makyajın ustalığı,bazı oyunculardaki özel maskeler,sahnenin büyüleyici dekoru,ayaklanmalarda sahnenin değişik dekorundan tek tek yükselen meşaleler,sahneyi kaplayan duman,banyo sahnesinde suyun ürpeticiliği,kısa sürede değişen saç şekilleri,oyunun konusundan arasıra kopmama neden olsa da bazı oyuncuların bu oyun için aldıkları enstürman eğitimleri ;II.Mahmut’un ney üfleyişi,bir sahnede kısa bir sürede olsa çalınan kanun ,söylenen eserler,bir müzisyen olarak asla gözümden kaçmadı,kolay değildi,takdire şayandı.

Sanatlarını başarıyla icra edebilmiş olmanın guruyla sanatçılar tek tek; alkış selinin coşkulu sesi kulaklarında meşhur selamlarını verdiler biz izleyenlere....

Her zaman hayranlıkla izlediğim estetik selamları beni birkez daha etkiledi..Gece yastığa koyduğumda başımı oyunun etkisinden bir türlü kurtulamamış ben; Amber Ağa’yı,Alemdar Paşa’yı,II.Mahmut’u,Ramiz Efendi’yi,Lala Mehmet Bey’i,Ayşe Sultan’ı,Kamertap’ı,Gülten Kalfa’yı,Naciye Kalfayı,Hünkar İmamı Ahmet Ağa’yı,Bayburtlu Süleyman’ı,Bölük Ağası’nı,Cariyeleri,Tayyar Ağa’yı,Ulakları,Hurşit Ağa’yı düşündüm.”Rüyama da taşır mıyım bu oyunu acaba ?”derken bir an uykuya teslim olma anında gözlerimi birkez daha açtım, derin bir huzurla gülümsedim....

Başta tüm oyunculara( Erhan Abir,Can Başak,Serdar Orçin,Emrah Özertem,Hakan Arlı,Oya Palay,Yeliz Gerçek,Berna Adıgüzel,Çiğdem Gürel,Zafer Kırşan,Ümit Taşdöğen,Aslı Altaylar,Esra Karabaş,Tolga Coşkun,Hüseyin Tuncel,Murat Üzen), Oyunun yönetmenine(Engin Alkan), oyunda emeği geçen ismini yazamadığım herkese kalbi teşekkürlerimi sunarken bu güzel eseri yazan yazar; Orhan Asena’yı da rahmetle anıyorum...







MERVE UTANDI-GÖZTEPE
29 KASIM 2010







19 Kasım 2010 Cuma

KAVAKLIDERE






Yazdan kalma ışıl ışıl güneşin bizi adım adım takip ettiği bir Pazar günü babam Münip Utandı’nın solist olduğu ; Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun açılış konserinden sonra hep birlikte ben, babam , Prof.Dr.Nevzat Atlığ Hocamız ve çok kıymetli dostumuz Mustafa Raif Samancı ile Sirkeci’de eski bir restorant olan Hamdi Restoran’ta yemek yemeğe gittik..Uzun zamandır bu buluşma için sabırsızlanıyordum.




Bir iki saatte olsa geçireceğimiz vakit son derece kıymetliydi bizim için.

Nevzat Atlığ hocamız’ın altın niteliğindeki anlatımları, anıları, devlet büyükleriyle,bugün aramızda olmayan önemli sanatçılarla yaşadığı anektotları birebir onun dilinden döküldüğü şekilde dinlemek; kendimizi şanslı hissetmemiz için yeterdi..

Konu konuyu açmaktaydı..Yemeklerimizi iştahla yerken; aniden hocamızın anlatımlarıyla keyifli bir ara verip; farklı mekanlara yolculuk ediyor,zaman makinesine binmiş gibi eski yıllara sanki ışınlanıyorduk...

Masamıza ellerimizi silmemiz için getirilen bir ıslak mendilin jelatiniyle 1940’lı yıllara gideceğimiz aklımın ucundan geçmezdi.

Ellerimizi sildik ve ıslak mendilin kabını halen elinde tutan Nevzat Atlığ hocamıza diktik gözlerimizi,açtık kulaklarımızı..Nevzat Atlığ hocamız:

- “ Bakın çocuklar aklıma ne geldi,sizlere şimdi bir anıyı anlatacağım” dedi ve elindeki ıslak mendil kağıdının kabında yazan ismi yüksek sesle okudu bize:

- “KAVAKLIDERE ! ”

On dakika boyunca hocamız anlattı , biz zevkle dinledik..

1940’lı yılların Ankarası’na ayak bastık.Bir yanımızda ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı duruyordu,bir yanımızda Ankara’lı Cenap And..

Belki eşi Sevda And’da aramızdaydı...Birden dört kişilik masamız yedi kişinin sohbet ettiği bir masaya devretmişti kendini...

Elim refleks olarak çantamdaki kayıt cihazına gitti,istem dışı el kol hareketlerimle anlatımı bölmeden play tuşuna bastı hızlı hareket eden ellerim..

Nevzat Atlığ Hocam’ı hem dinliyordum, hem de bu anı ölümsüzleştirmek çabasındaydım..Hocamızın her anlatımı öyle akıcı ve öylesine hatasızdı ki,bir kelime hatası,bir cümle düşüklüğüne rastlamanız olanaksızdı.O anlatım, doğrudan canlı yayında yayınlanabilirdi...

Hem güldük,hem şaşırdık,hem de on dakika içinde daha önce hiç duymadığımız bir olayı öğrenmiş olmanın hazzıyla,masamızda içilmeyi bekleyen soğumuş tavşan kanı çayımızdan bir yudum daha aldık...

Sözü daha fazla uzatmadan Nevzat Atlığ Hocam’ın bizlere anlattığı ilginç anıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.


1940’lı yılların çok popüler bir ismi , Almanya’da tahsil görmüş o dönemin varlıklı ailelerinden biri olan Cenap And Ankara’ya geliyor.Kavaklıdere’de bağlık bahçelik, boş bir araziyi satın alıyor..Bu araziyi değerlendirmek adına “ Ne yapmalı? Ne etmeli? Bu boş arazi nasıl değerlendirilebilir?” diye düşünürken ; şarapçılık işiyle uğraşmaya karar veriyor.Kavaklıdere’deki bu bağlık,bahçelik alanda şarapçılık işine başlıyor..

Kavaklıdere Şarapları böylelikle ortaya çıkıyor,üretiliyor.Çok da meşhur bir marka olarak piyasada satışa sunuluyor.


Yine o dönemin en önde gelen şahsiyetlerinden büyük şair Yahya Kemal Beyatlı ; bir akşam dost meclisinde şarabını yudumlarken; çok keyifleniyor elindeki şarap kadehini kaldırıyor ve dilinden şu beyit dökülüveriyor:

“VEDA ETMEK ÜZEREYİZ ARTIK KEDERE;
GETİR ORADAN AHBABA BİR KAVAKLIDERE!”

Yahya Kemal Beyatlı ; o tarihlerde şiirlerinin hiçbir yerde yayınlanmasını istemiyor.İzin de vermiyor.Sadece dilden dile,elden ele dolaşıyor üstadın şiirleri...

O yıllarda gazetelerde bugünkü reklamları görmek mümkün değil.Reklamcılığın emekleme devrinde sadece milli piyango reklamları ve banka reklamları ile tanınmış ,gerçek resimle karikatür sanatını harmanlayan bir ressamın reklamları süslemekte o günkü billboardları..

Kavaklıdere Şarapları’nın yaratıcısı Cenap And; o ünlü reklamcıyı buluyor,eline geçen Yahya Kemal’in taşlamaya daha yakın olan beytini karikatüriste teslim ediyor ve ona biraz zaman veriyor ,bekliyor.

Aradan az bir zaman geçiyorYahya Kemal Beyatlı yine bir dost meclisinde.Masada kadehlerin şarapla dolmasını beklerken;o gece kendilerine hizmet eden garsonun elindeki şişeye kitleniyor gözleri...Fal taşı gibi açılan gözleri kendisine son derece tanıdık gelen bir beyitle karşılaşıyor:


“VEDA ETMEK ÜZEREYİZ ARTIK KEDERE;
GETİR ORADAN AHBABA BİR KAVAKLIDERE!”

Kıpkırmızı olan yüzü, sinirini gizlemesine izin vermiyor.Yahya Kemal mekanı hızlıca terkediyor ve aslında hem zeki,hem çalışkan,hem de son derece kurnaz olan Cenap And’ı aramaya koyuluyor..Cenap And ise kaçıcak yer arıyor...


Bu tatlı ve değişik anıyı dinledikten sonra,zihinlerimizden bu hoş beyiti geçiriyoruz.


Güzel bir Pazar öğleden sonrasında arabamıza biniyoruz,arabamızın bagajında bizleri ; Trabzon’dan gelen sevgili dostumuzun sürpriz armağanları bekliyor..

Nevzat Atlığ Hocamız’a,Trabzon’dan gelen dostumuz Mustafa Samancı beyefendiye çok teşekkür ediyoruz..


Belki Ankara’da bundan sonra yapacağım Tunalı Hilmi caddesindeki gezintilerim benim için daha bir anlam taşıyacak..


Tunalı Hilmi’nin kızı Sevda And’la evli olan Kavaklıdere Şarapları’nın yaratıcısı Cenap And’ın eşini ani bir kazada kaybettikten sonra hissettiği acıyı, bu hüzünlü olay sonrasında kurduğu Sevda-Cenap And Müzik Vakfı’nı,Kavaklıdere semtinden geçerken ise ; Yahya Kemal Beyatlı ile aralarında cereyan eden ,Nevzat Hocamız’ın anlattığı Kavaklıdere ile ilgili anısını hatırlayacağım...




MERVE UTANDI
19 Kasım 2010-Göztepe

31 Ekim 2010 Pazar

ANTAKYA (HATAY)



Antakya’ya ilk gittiğim zaman üç yaşlarındaymışım.Halam ,eniştem , kuzenlerim ile ilk kez o zaman karşılaşmışım.Halam elimden tutmuş ve “Merve bak, bu çocuklar senin kuzenlerin,haydi oynayın birlikte bakalım ” diyerek bizim birbirimizle kaynaşmamızı sağlamış.

Ben o ilk karşılaşma anımızı, Antakya’ya ilk gelişimi doğal olarak çok küçük bir yaşta olmamdan dolayı hatırlayamıyorum.

Daha sonraki yıllardaki ziyaretlerimiz biraz daha net görüntülerle belleğimde..

Bu satırları yazarken bile gülüyorum, dedemlerin evinde kaldığımız süre içerisinde kuzenim ile yaptığımız muzurlukları, saatlerce oynadığımız yaratıcı oyunları unutmak mümkün değil. On sekiz saati bulan otobüs yolculuğumuz sonrasında otobüs terminalinden dedemlerin evine yaptığımız kısa yolculuk bana çok uzun gelirdi ; hemencecik beni sabırsızlıkla bekleyen kuzenime kavuşmak isterdim.Bıraksalar sokaklarını çok iyi bilmediğim bu şehirde kendimce büyük adımlar atarak hızlıca koşardım belki de.

Eve vardığımızda heyecan içinde bizi bekleyen bir isim daha vardı.Rahmetli babaannemin gözlerinin içi parlardı karşısında bizleri gördüğü zaman.Kapı açılırdı,burnuma gelen nefis Antakya yemeklerinin kokusunu halen duyuyor gibiyim.Bir sürü değişik lezzetteki yemeklerin kokusu öyle bir ahenkle birleşirdi ki etkisinden kurtulamazdım orada kaldığım süre içerisinde sürekli mutfaktaki divanda oturmayı tercih ederdim.

Babaannem tüm Antakya yemeklerini bizim için günler öncesinden hazırlardı.Gittiğimizde onların hepsini yemeden İstanbul’a dönmemiz imkansızdı.Dönüşümüzde de elimizde mutlaka içi yiyeceklerle dolu bir koli olurdu.


Yeşillik denilince aklıma dedem gelir.Sıradan bir maydanoz,basit bir demet nane ; sanki dedemin elindeki porselen beyaz tabağın içinde izlemeye doyamayacağınız bir sanat eserine dönüşürdü.

Dedem mutfağın bir maskotuydu sanki,akşam saatlerinde yemek hazırlığı karmaşasında o; mermer mutfak tezgahının dar bir köşesinde yayvan,yuvarlak,eni geniş bir kabın içerisinde zarif ölçülerle dizdiği malzemeleri cok ciddi bir tavırla sırasıyla karıştırır,önceden makinede çektiği özel eti de son olarak kaptaki karışıma ilave eder ve uzun bir süre tümünü yoğururdu.Sarı köftelik bulgur,her iki dakikada bir renk değiştirir gittikçe sarıdan tarçın rengine,tarçın renginden koyu kiremit rengine terfi ederdi.Bu renk değişiminde kırmızı acı biberin ve acı biber salçasının rolü çok büyüktü.

Tam bitti zannettiğinizde dedem eline bıçağı alır, özenle yoğurduğu karışımın içinden etin sinirlerini tek tek çıkarırdı.

Bu aşamayı da geçince bir bahaneyle mutfağa girer,dedemin yanına uğrar, “Al bakalım kızım” sesini duyuncaya kadar beklerdim.Dedem mutlaka ilk şekillendirdiği köfteyi bana verirdi,tuzlu mu olmuş,sert mi olmuş diye bir küçük gurme olarak tadardım çiğ köfteleri...İlk tadışımda devam onayını alırdı dedemin sanatlı çiğ köftesi.Gerçekten o lezzette çiğ köfte yapan yok şimdilerde.Tabağa dizerdi sonra o minik topları,yeşilliklerin yanında o nasıl bir renk uyumuydu,anlatamam..Benim çiğ köfteye olan tutkum,koyun etini reddetmeden yiyebiliyor olmam rahmetli dedemi çok sevindirirdi çünkü kuzenlerim koyun etini yemedikleri gibi,dedemin lezzetti çiğ köftesini de yemezlerdi...

Yemek yemediğimiz zamanlarda kuzenimle saatlerce odaya kapanırdık,birgün gazete çıkarırdık, sayfaları kırtasiyede fotokopi ile çoğaltır,kendimizce oyuncaklarımızdan seçim yaparak,gazeteyle oyuncakları mahalledeki çocuklara dağıtırdık,bu ciddi işimiz bitince barbielerimize küçük ceviz dolabın içine iki katlı ev döşer,babaannemin dikiş makinesinde artık kumaş parçalarından bebeklere elbise dikerdik, bu dikme işlemini babaannemden dikiş makinasını kullanmayı öğrenen küçük kuzenim gerçekleştirirdi.Biz hiç tartışmadan ,birbirimizi kırmadan,zamanın nasıl geçtiğini anlamadan saatlerce eğlenirdik.Bahçede doğayı keşfe çıkar,karıncaların yuvalarına yaptıkları telaşlı seyahati gözlemlerdik.Bazen Beybi şirkertinde çalışan teyzemin bize getirdiği beybi balonlarını renk renk balkondan aşağıya atar,çocuklara dağıtırdık.Hatta bir dağıtım günü işi abartmış olmalıyız ki bir grup çocuk evin kapısına gelmişti.Yeşil eriği çok severdik çekirdeklerini muzurca bahçedeki koyunlara atardık.Çocukluk işte...

Yer yatağı hazırlarken halamın oda kapısından seslenerek “Çarşafı tek kişi serer” cümlesini unutamam,benim misafir oluşumdan dolayı ev sahabi zerafeti ile söylenen bu sözün manasını yıllar sonra anladım..Gece yer yatağında taklalar atar,doğaçlama sözleri,o an besteler kasede çekim yapardık,ben mini konserler verir,ardarda söylediğim şarkılarla susmak bilmezdim.O dönemler repertuarımda Selahattin İçli Hocam’ın Hüseyni makamındaki “ Zeytin Gözlüm” şarkısı,İsmail Baha Sürelsan’nın Acemaşiran makamındaki “Gönlüm düşüyor çırpınarak” adlı şarkısı,Ferit Sıdal’ın Rast makamındaki “Bir gönül vardı bende” şarkısı, Selahattin Altınbaş’ın Hüzzam makamındaki “Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini ” adlı şarkısı yer almaktaydı.Genelde en keyifli anlarımızda büyük kuzenim oyunumuzu bozmak için aramıza katılırdı.Başlarda bizden yaşça büyük olan kuzenimi aramıza almak istemezdik,sonra garip bir acıma hissiyle onu oyuna dahil ederdik,kısa süre sonra pişman olurduk,çünkü o her seferinde oyunumuzu bozardı,bazen en sevdiğimiz bebeği ameliyat etme isteğiyle bizi kandırır,bebeğin parmaklarını kopartırdı,bazen de iskambil kağıdı oynarken biranda kağıdı ellerimizden düşürür desteye karıstırırdı.Çok kızardık,sinirlenirdik,kendi aramızda şifreli konuşurduk..

Eniştem’in arabasıyla yaptığımız yakın çevre gezileri de unutulmaz bir zevkti benim için.Antakya’nın tarih kokan sokakları,arabanın teybinde çalan Lübnan’lı meşhur şarkıcı Fariuz’un şarkılarıyla daha da bir anlam kazanırdı.

Babaannem ve dedemin vefatının üzerinden sekiz yıl geçti..

Ben yıllar sonra tekrar Antakya’ya gitme hazırlığı içerisindeydim.Ve o gün geldi..Değişik bir duygu yoğunluğuyla uçağımız Antakya Havalimanına iniş yaptı.Sekiz yıl önce Antakya’da bir havalimanı yoktu,bu gelişme aslında çok güzel bir gelişme.



İster istemez uçağın içindeyken yemyeşil fıstık ezmesini andıran Antakya’nın Amik Ovasın’daki kare kare tarlalarını kuşbakışı görmek bile beni duygulandırmaya yetmişti.Hani “ suyu,soluduğunuz havası bile başka!” derler ya bir şehri tanımlarken o şehrin yaşayanları,ben de Antakya’nın ılık rüzgarının tenime merhaba diyen esintisiyle bunları hissettim.Eniştemin arabasına bindiğimde yüzümde farklı bir ifade vardı.Değişim sadece çevredeki binaların artışı ve arabanın modelindeydi.O eski günledeki gibi gür sesli eniştem yine direksiyondaydı, Fairuz’un su gibi akan sesi kolonlardan son derece net kulaklarımızda çınlıyordu,eniştemde Fairuz’la birlikte düet yapmaktaydı adeta..Halam gelişimizden son derece mutluydu..Kuzenim iş yerinde olduğu için o karşılayamıştı bizi.Bakalım bu gelişimde hangi oyunları oynayacaktık birlikte ,gerçekten çok heyecanlıydım...

Halamın evinden içeri girdiğimde rahmetli babaannemin de bir yerlerden bizim eve giriş anımızı izlediğini düşündüm.Sanki sevincini halama ışınlamıştı,babaannemin rolünü ,yaptığı onca hazırlığı halam yüklenmişti..

Çok güzel lezzetleri uzun bir aradan sonra tekrar tadabilmenin mutluluğuyla birçok mekanda büyük bir zevkle yemeğimizi yedik.Kaldığımız süre içerisinde halamın hazırladığı keyifli,bitmesini istemediğim kahvaltıyı,eniştemin erkenden uyanıp aldığı sıcak puf ekmekler süsledi.

Taptaze meyveleri tokluk hissine aldırmadan yedim..

Çiğ köfteyi yeşilliğe sararken ister istemez gözlerim dedemi aradı,gayrı ihtiyari kulaklarını çınlattım.O lezzeti tabiki yakalayamadım.

Antakya’nın dar sokaklarını, Habib-i Neccar Camii’ni, Eski Sabunhane’yi ( şimdiki Savon Oteli), Saint Pierre Kilisesi’ni, ipek eşarp,şal satan dükkanları,defne şampuanın ve kalıp zeytinyağı sabunlarının bulunduğu küçük dükkanları, Harbiye’yi, Antakya Şehir Kulubün'ü, Antakya Oteli'ni,Saklı Ev'i, dünyanın ikinci Mozaik Müzesi’ni, Asi Nehri’ni, Adalı Konağı’nı ve daha ismini saymadığım birçok yerini gezdim.

Bazı aile büyüklerini de ziyaret ettik..

İlk olarak dedemlerle yıllarca aynı apartmanda oturan babamın halası Bedia Hala’ya uğradık.. Apartmanın önüne geldiğimizde gözyaşlarıma hakim olamadım.İlk baktığım dedemlerin balkonu oldu..Yaptığımız her eylem bir film şeridi gibi hızlıca akıp geçti gözlerimden..Seslenmek istedim,koca bir yumruk oturdu boğazıma..Onlar;babaannem ile dedem maalesef artık orada bulunmuyorlardı.Bedia Hala’nın boncuk gözlerinde bir an dedemi gördüm.Evin şekli,döşenme stili babaannemlerin dairesinin ikizi gibiydi.Odaları tek tek gezdim.Çocukluğumda penceren baktığımda gözlerimin gördüğü resim tamamen farklıydı.Büyük bir değişim geçirmişti mahalle,balon dağıttığımız çocuklar çoktan büyümüş her biri anne,baba olmuşlardı belki de..

Yaşına rağmen mutfağının temizliğini,raflara dizmiş olduğu pırıl pırıl cam bardakları herkesin görmesini arzu ederdim.Antakya kahvelerimizi yudumlarken;Bedia halamızın çok tatlı sürpriziyle karşılaştık.Biz geleceğiz diye sütlaç hazırlamış.Afiyetle yedik...

Duygulu ziyaret,kuzenimin telefonuyla şekil değiştirmişti..

Kuzenimle haytalı yemek için yola koyulduk,çok doymamalıydık akşama oruk(içli köfte)yiyecektik çünkü..

Haytalı’nın açılımını yazmamda fayda var gibi.Bildiğimiz su muhallebisi küp küp parçalara ayrılıyor,dondurma kaplarına konuluyor,üzerine pembe gül suyu dökülüyor,son olarak da buz parçaları ilave ediliyor,isteğe göre dondurma koyanlarda var.Naturel hali benim damak zevkime göre en güzeli diyebilirim..






Antakya’daki yemekler saymakla bitmiyor..

Biberli ekmek ,kaytaz böreği, katıklı ekmek,lahm-il varka,oruk,kısır,cevizli biber,tuzlu yoğurt,künefe,humus,külçe,şıhılmahşi,kake,hurmalı kuabiye,Hambolez meyvesi,alıç,Antakya çiğ köftesi(kavrulmuş kıymalı),kıleyde biber,tuz ve kimyon eşliğinde yediğiniz ince simit,frig pilavı hatırladıklarım arasında..

Antakya’ya sekiz yıl aradan sonraki bu gidişimde biraz daha büyümüş olmanının olgunluğu ile kuzenimle oyun oynayamadık.Büyük kuzenimden de kaçmamıza gerek kalmamıştı bu sefer...Çünkü oyunlarımızı bozan,tahripçi, büyük kuzenim zaten hepimizden daha önce büyüdüğü için evlenmiş,çocukları ile oynamak için İstanbul’a yerleşmişti.

Bir gece kuzenimle aile albümünden resimlerimize baktık, iki katlı barbie evine çevirdiğimiz sihirli ceviz dolap ise şimdi kuzenimin öğretmenlikle ilgili dosyalarını taşımakta.

Yer yatakları çoktan hallaca gönderilmiş,oyuncaklar sanki kütüphanenin arkasında bizi bekliyorlar görünmez bir şekilde...Keltoş; kuzenimin en sevdiği bebeği,tahripçi kuzenin ameliyatına rağmen kesik parmaklarıyla o odada güler yüzüyle beklemede...

Hüzünle sevinci,kavuşmayla ayrılığı yaşadığımız Antakya’dan ayrılma anımız gelmişti ne yazık ki!

Veda ederken tek tek sırayla ; halamı, eniştemi, kuzenimi öptüm, uçağa bindiğimde halen Fairuz’un “Le Beyrut” şarkısı kulaklarımda yankılanırken İstanbul’a dönüş yapan uçağımızdan bir kez daha Antakya’ya bir kuşbakışı bakış attım...

Fıstık ezmesi tarlalara,bulutların arasından bereket yağmurları diledim..

Zeytinler yeşermeliydi ki köylü kazancına kazanç katsın,zeytinler yeşermeliydi ki ben çiğ köftemin keskin acısını saf Hatay zeytinyağı ile yumuşatabileyim...


MERVE UTANDI

28.10.2010


Antakya gezimle ilgili detay fotoğraflar:)

29 Ekim 2010 Cuma

CAMDAN DÜNYA PAŞABAHÇE




Cam eşya denilince akla hep Paşabahçe gelir...

Türkiye’nin birçok yerinde gittiğimiz lokantaların,otellerin,toplantı salonlarının masalarını,duvarlarını genellikle Paşabahçe’nin cam eşyaları süsler.

Bir çay saatini düşleyin,paşabahçenin porselen tabaklarındaki sıcacık su böreği yenmek üzere önünüzde,tam böreğinizi çatal ve bıçağınızla parçalara ayıracakken ; siz başınızı tavşan kanı çaya çevirirsiniz.Bakışlarınız ilk olarak çayın rengine takılı kalsa da, ikinci dikkatinizi çeken demli çayınızın nasıl bir bardakta geldiğidir masanıza...

Çay bardağınız ince belli mi? Kulplu kristal mi,kesme mi, yoksa iki yudumda bardağın dibine ulaşacağınız kadar ufak mı?

Siz bunları düşüne durun masanın tam ortasındaki cam şekerlik sizi bekler..Oval midir? Kapaklı mıdır? Desenli midir? Üfleme cam mıdır? Ne renktir? Limoge mudur?

“Bir cam şekerlik alttarafı” demenize izin vermez şekli şemali... Çay biter,börek biter,susadığınızı hissettiğiniz anda mavi şişman bir sürahinin içindeki mucizevi içecek su imdadınıza yetişir..


Elinize aldığınız bardak sürahinin en küçük kızıdır,diğer kardeşleriyle küçük bir takımı oluşturmuşlardır bir köşede çoktan gizlice...

Paşabahçe büyük,ünlü bir marka olmanın dışında alışkanlıktır,tanıdık bir sima gibidir, bir dost kadar da yakındır kişiye..

Yıllardır,alışveriş ettiğim bu mağaza, alışveriş yapmadığım zamanlarda da kapısından içeri girdiğim andan itibaren ruhumu dinlendirir; yoğun bir terapi görmüş gibi rahatlatır..


Rengarenk cam eşyalar,porselenler,tahtalar,murono objeler,altın-gümüş antika fincanlar,eskitilmiş modern tahtalar,lokumluklar,çeşm-i bülbüller,karafakiler,içki kadehleri,kurabiye tabakları,bakır sahanlar,gaz lambaları,oymalı tepsiler,hacı yatmaz likör kadehleri,şamdanlar,abajurlar,kahvaltılıklar,kek tabakları,bir şekerci dükkanının çekiciliğiyle karşımda durur...


Sürekli elim bir objeye gider,kırılacak korkusuyla son anda elimi nesneye değmeden aşağıya sallandırırım ince bir terbiyeyle..


Bazen sepetim dolar irili ufaklı nesnelerle,bazen sadece yaptığım bu renkli göz banyosuyla yetinir,mutlu olurum...

Son zamanlarda bu alışkanlığıma bir değişik ürün daha eklendi.Paşabahçe geçtiğimiz ilkbaharda yepyeni bir tasarımla karşımıza çıktı.

Kolonya...


Bildiğimiz,aşina olduğumuz iki çeşitle sınırlı, popüler lavanta ve limon kolonyasının dışında yepyeni, taptaze koku serisiyle bizleri ödüllendirdi adeta Paşabahçe...

Öncelikle kutuların zarifliğine vuruluyorsunuz, sonra üzerindeki yazıyı okuyor,hemen gözlerinizi kapatıyor,kolonya şişesinin baş kısmını kokluyorsunuz!


Her bir şişe farklı bir kokuyla dolu ve sizleri bambaşka yolculuklara çıkarıyor.


Değişik kokuların cazibesiyle istediğiniz hatırlarınıza dönebiliyor,istediğiniz mekana gidebiliyor,eski yıllara seyahat edebiliyorsunuz..

Yalıkavak yazılı şişede Bodrum’un aşkı çağrıştıran ,satsuma mandalinalarının taptaze kokusuyla büyülenip, sarhoş olabiliyorsunuz...

Cunda yazan şişeyi soluduğunuzda Eski İstanbul’un yalılarının arka bahçesinde kurulu salıncakta sallanırmışcasına, ılık bir bahar akşamüstüsünün esintisine kapılıp; buram buram kokan iğde ağacının kokusunu çekiyorsunuz ciğerlerinize....

Ben Büyükada yazılı şişeyi elime aldığımda,gözlerimin önünde uzaklıklar beliriverdi..Ani bir hüzünle sarsıldığımı hissederken,belkide kokladığım koku ; nedensiz bir vazgeçişin suskunluğunu bozan,hasretle solunan havaydı mimoza çiçeklerinin tatlımsı kokusuyla bu şişede...Çok da gizemliydi.....


Tütün,lavanta,gül,çay,çikolata kokularını koklayacağınız şişelerde mevcuttu bu serinin içinde...


Paşabahçe bir tutku...


Paşabahçe görülmeğe değer,her türlü zevke hitap eden,kendi ruhunuzdan,yaşantınızdan izler bulacağınız bir moralhane...

Keyifli alışverişler,zevkli seyirler diliyorum herkese tabiki PAŞABAHÇE’DE...


MERVE UTANDI


29.10.2010

10 Ekim 2010 Pazar

İSTANBUL HATIRASI/MEMORIES OF İSTANBUL


Uzun bir aradan sonra çok özlediğim bir eylemi gerçekleştirecek olmanın heyecanıyla Kadiköy’e ulaşmıştım.


Pazar gününün sakinliğinden olsa gerek bu sefer trafik fazla canımı sıkmadı.


Şiddetli yağmur oldukça yorulmuş olmalıydı ki ,dinlenmek üzere bir süreliğine aktif olmaktan vazgeçmiş sırasını güneşe devretmişti..Derin bir huzurla Haldun Taner Sahnesi’nin önüne geldiğimde kalbim kıpır kıpırdı.


Yarım saat sonra başlayacak oyunu ,sahne arkasındaki hazırlık aşamasını,verilen emeği,emeği geçenleri,sanatı,sanatçıları,oyuna saniyeler kala çıkan aksilikleri,kulise yayılmış tatlı parfüm kokusunu, giyilmek üzere bekleyen bir düzine kostümü düşünüyordum.


Gong sesini çok özlemiştim.Beni çocukluğumun mutlu günlerine götüren gong sesini ne zaman duysam tiyatro ile ilk tanıştığım ana giderim...Tevfik Gelenbe tiyatrosunda izlediğim oyunları hatırlarım.Çoğu zaman ön sıralarda oturmamıza rağmen ben; mutlaka paltomu katlar,kabartır,koltuğa güzelce yerleştirir,yetişkin bir kişinin cüssesine büründüğümü zannederek yerime ancak o şekilde otururdum..O zamanlardaki çocuk ben; sanatçıların oyun süresince oyunu benim için oynadıklarını düşünür,bu hayalle çevredeki diğer seyircileri belli bir süre görmüyor gibi yaparak,değişik bir hisse kapılırdım..Ara olduğunda ise hafif hüzünlenir yüzüme gözüme bulaştırarak yemeği hiçbir zaman beceremediğim frigomu yarılayarak; ikinci perde başlayana kadar oyalanırdım...Tiyatro bittiğinde ise,alkışlamaktan acıyan avuçlarıma aldırmadan “BİTMESİN! BİTMESİN!” diye söylenir dururdum...


İlk gongun vuruluşuyla ,o özlediğim aşina sesi duyarak,irkildim ve az sonra başlayacak oyuna konsantre olmuş bir şekilde beklemeye koyuldum.


Orkestra çukurunda bekleyen sanatçıların enstürmanlarının akortları tamamdı artık.Sahne karanlıktı,dekor ise ruhumu oyun başlamadan okşamaya başlamıştı bile..Ve sabırsızlık içinde beklediğim İSTANBUL HATIRASI adlı oyun başlamıştı...


Ali Amca’ya tam ısınmışken az bir zaman içinde Ali karakterini tanımıştık,Varsenik ve Hayganuş’un arkadaşlıkları söyledikleri kantolarla daha bir hoşumuza gitmişken oyunun sonunda ister istemez Hayganuş’a kızmadan edemedik..Şevki Efendi’ye gülerken,Naciye Kalfa’ya çeviriyorduk gözlerimizi,Levon’u izlerken,Bekir’in yanık sesiyle hüzün denizinde yüzüyorduk..Sinistre’ye sinirlenmiş ve ne olacağını merakla beklerken ,gözlerimiz Namık’ı arıyordu.


Orkestranın eşliğinde,oyuncuların kendi seslerinden dinlediğimiz Türk müziği eserlerini de Klasik Türk müziği sanatçısı olarak dinleyen benim çok büyük keyif aldığımı söylemeden edemeyeceğim..


Varsenik ‘in (Binnur Şerbetçioğlu)şarkıları yumuşacık yorumlayışını , Hayganuş’un(Selma Kutluğ) dansla bütünleşmiş asla bozulmayan icrasını,Meddah-Ali Amca’nın (Toron Karacaoğlu)davudi sesini,diğer oyuncuların performanslarını,oyunu yazan,yöneten ve oynayan Ali’nin(Tarık Şerbetçioğlu) oyun bittiğinde yüzündeki aydınlığının etkisindeyim halen..


Oyun bitmişti.Tüm oyuncular üzerlerinde en son giydikleri kostümle yeniden sahnedeydiler..
Elimde buruşmuş selpağımı kucağıma koyarak kuvvetlice alkışlamaya başladım..İçimde çocukluğumun “BİTMESİN! BİTMESİN! sesleri yankılanırken,göz yaşlarıma yine hakim olamadım..


Tüm kalbimle tüm oyunculara teşekkür ediyorum ve “İyi ki varsınız!” diyorum...


MERVE UTANDI-GÖZTEPE- 10.10.2010




5 Ekim 2010 Salı

MÜZİĞİN YAŞAMIMDAKİ YERİ


Küçüklüğümde bazı büyüklerim bana; belli zaman aralıklarında bir soru sorarlardı ve ben bu soruyu usanmadan cevaplardım..


“Merve bir kardeşin olsa ne yaparsın?”


Defalarca sorulan bu soruya benim verdiğim cevabı hayal meyal hatırlıyorum ama çocukları çok seven bana göre fazla tersti. Artık söylememde bir sakınca yok sanırım “Üst kattaki komşumuzun balkonundan aşağıya atarım”derdim.


Son derece negatif enerjiyle dolu olan bu cevabım o yıllardan bir iki yıl sonra olumlu bir şekilde değişti ve ben bir kardeşim olsun istedim.

Aynı yıllarda beni kızdıran bir başka soruda “Merve, büyüyünce sen de annenin ve babanın yolundan gideceksin, müzikle uğraşacaksın değil mi? sorusuydu.


Üç ,dört yaşlarında şarkı söylemeyi çok seven , hiç susmayan, kaset kayıtları olan, hatta o dönemde hit olmuş yılın en sevilen Türk Müziği şarkılarını ezbere bilen, takıldığım yerlerde ise topu annem ve babama atan”Devamını koroda söyleyecekler!” diyerek başka eserleri okumaya koyulan küçük Merve lakaplı ben ; yaptırımlı bu soru karşısında dudaklarımı nedense sıkıca kilitlerdim.İçimden nice şarkılar geçerdi ama inadına söylemezdim.Çocukluk işte..Şimdi sadece gülüyorum tüm bu yaptıklarıma...


İlkokulda müzik dersinin yerine sınıf öğretmenimiz matematik problemleri çözdürürdü bizlere.Beş yıl boyunca çok az müzik dersi yaptık.Hava güzelse öğretmenimiz bizi bahçeye çıkarırdı.Bize ya mendil saklamaca oyunu oynatırdı ya da “yağ satarım bal satarım” oyununu oynardık.Yağmurlu havalara denk gelen müzik dersinde ise “Demirciler demiri nasıl döver?”şarkısını okurduk.


Şimdi düşünüyorum da birçok olasılık geliyor aklıma..Belki öğretmenim bu şarkıyı çok severdi, belki de sesi bu şarkıyı okumaya müsaitti ya da en son ihtimal öğretmenimin şarkı dağarcığı çok geniş değildi diye düşünmeden edemiyorum.. Ortaokulda müzik derslerinde zorunlu olarak flüt çalardık.Nedense bunlardan biri “Ha Un Ele” türküsüydü biri de “Yalancı Çoban”dı.


Aradan yıllar geçti,şimdi müzik dersi müfradatına bakan ben sistemde çok fazla bir değişiklik göremiyorum...


Müzik sesleri eksik olmayan ,gerçek sanatın icra edildiği müzik sesleriyle dolu bir evde büyümenin büyük etkisiyle ileride ne olacağımın,hangi meslek grubunda yer alacağımın kararı zaten ister istemez kendiliğinden oluşmuştu bile. Müzikle tam olarak ilk tanışma yıllarım annemin karnında dünyaya gelmeyi beklediğim aslında çok da kısa sayılmayacak dokuz aylık zamana denk gelir.Annem doğuma az bir süre kala sahnede performansını sergilerken ben de ritim tutuyormuşum minik tekmelerimle..Babamın solosu sırasında tekmelerim hızlanmış,farklı bir ritme geçmişim...


Ben doğduktan sonra da annem ve babamın evde tanbur eşliğinde yaptıkları provalar,sayfalarca ezberlenen ayin-i şerifler,diğer formlardaki Klasik Türk müziği eserleri,tüm gün çalan ve uyuyana dek hatta uykumda bile dinlediğim radyo sesi çoktan kulağımdan yüreğime kaydolmuştu belki de.


Müzikle nefes alışlarım devam ediyordu artık biraz daha büyümüştüm. Beş yaşımı doldurmadan dev bir bina gibi görülen Atatürk Kültür Merkezi binasının içindeki küçük konser salonundan içeri girişimle başladı herşey.Çok etkilenmiştim.Her hafta Pazar sabahları verilen konserlerin bir minik dinleyicisi olarak ;hocam Prof.Dr.Nevzat Atlığ yönetimindeki İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nu zevkle,beğeniyle,koronun sıkı takipçisi ve daimi dinleyicisi olarak yıllarca izledim.


Öyle bir sevgiydi ki bu sevgi ; lise son sınıfta bir gecede mesleğimi seçmemde zorlanmadan karar vermeme yardımcı oldu .Ben artık Klasik Türk Müziği eğitimi alacaktım ve konservatuar öğrencisi olacaktım.Sınavlarda başarılı oldum.Beş yıl süresince istediğim alanda eğitim aldım.Sadece Türk Müziği değil,Batı müziği ve Halk müziği eğitimi de aldım.


Müzik benim için bir yaşam biçimiydi artık...


Birçok müzik türünü tanıma,dinleme fırsatım oldu,diğer müzikleri öz müziğimizle karşılaştırdım,türlü melodilerin arasında gezinirken eğitimini aldığım müzik türü daha çok ilgimi çekti.Şimdi mesleğimi icra ederken küçüklüğüme dönüyorum ve beni kızdıran o masum soruyu düşünüyorum...


Solo yaparken herşeyden arınmış ve soyutlanmış olarak ,sevdiğim işi yapmanın bana verdiği hazla ; sahnede okuyacağım esere odaklanmış bir şekilde beklerken ...“İleride annen ve baban gibi sanatçı olacaksın,müzikle uğraşacaksın değil mi?” sorusunu bana yönelten büyüklerime teşekkür ediyor, özürü bir borç biliyorum...


MERVE UTANDI-GÖZTEPE




2 Ekim 2010 Cumartesi

Sevgi Üzerine...




Nice sevgiler görüyorum, bakışlarım takılı kalıyor bir süre, bambaşka manzaralara odaklanamadan donuk,bir başıma öylece duruyorum.

Nice hikayeler anlatılıyor sevgiler üzerine ; kulaklarımı kapamak gelmiyor içimden,aksine tüm netliğiyle, en kısık sesi, fısıldayışı bile duyuyorum.

Son zamanlarda ben sürekli “sevgiyi” düşünüyorum..

Düşündüğüm sevgi karşılıklı sevgide ısrarcı nedense! O sevgi ; saf bir ipek şalın rüzgarla şekilden şekile girmesi gibi ütüsüz ve sabırsız bir sevgi..Kimi zaman özgür,kimi zaman kalpte hapsolmuş,bir köşede esir delice..

O sevginin saati yok,zaman kavramını unutmasına rağmen geçen her günü koca bir yılın bitmesiyle eş değerde tutuyor..

Sevgi gerçekte bir yolculuk mu?

Eğer bir yolculuksa sevgi, biz bu yolculuğa tek başımıza çıktığımız vakit hangi tehlikelerle karşı karşıya geliriz?

Sevgi incitir mi? Yoksa, sevgi; derin , fırtınalı bir denizde dalgalarla mücadele edip; sevilene atılan her minik kulaçla ona biraz daha yaklaşmakda mı gizli? Çözemedim. Sorular,hep soruları kovaladı zihnimde..

Sevgi yolculuğuna tek başına çıkılabilir mi sizce? Buna değer mi?

Sevgi ; belki karşılık bulduğunda dillerden düşmeyen bir ezgi...

Sevgi ;günden güne filizlenen, en olmadık zamanlarda yeşeren, can bulan, dallanıp budaklanan, büyümesine engel olmadığımız bir tür bitki misali içimizde değil mi?

Herkes istediği anda, kendi kendine karar verip de, sevgi yolculuğuna çıkamaz ki...Sizin sevgi yolculuğuna çıkmanız için yolunuzu aydınlatan,destekçi bir ışığa ihtiyacınız vardır.

O ışık ;yolculuk yapacağınız sevgiliden size gelir...Karanlık ve çıkışı görülmeyen bir tünelin girişinde yolunuzu aydınlatmak üzere,elinde ışıklı feneri ile bekler sizi,ilk olarak fenerinden yayılan ışık hüzmelerini görür gözleriniz.. O anda sizi cesaretlendirmişdir,umutlandırmıştır...Güvenmişsinizdir ona.Yoksa aklınıza gelir mi hiç bu karanlık yolculuk...Tek başına risktir.Yıpratıcıdır.Sabır işidir...

Nice sevgiler görüyorum,iki kişilik oyun iken,mızıkçılık sonucu tek kişilk oyuna dönüşen.O zaman başlamadan biti veriyor yolculuk.Mızıkçı oyuncu belki oyun bozan damgasıyla damgalanıyor.




Sevgi yolculuğu için hazır bekleyen bavul,seyahate çıkmadan dağılı veriyor...

Nice sevgiler görüyorum!

Sevgi yolcuğu için bavullar hazır...

Yolcular tamam...

Karanlık tünel az ileride.

Önce bir sevgi doğuyor,sevenlerin gözlerinden,sözlerinden hissediliyor bu sevgi..

Belki eller birleşecek az sonra ve karanlık tünelde bir yolculuk başlayıverecek gibi..

Feneri elinde sevgi yüklü biri duruyor,heyecanlı,gelecekte sevgili olacak kişilerden biri..

Hemen yanında onun tuttuğu fenerden gelecek ışığı almaya hazır,yola koyulmaya hazır bir diğer sevgili...

Ne bir ses var,ne bir ışık var.Günler,aylar geçiyor, biri bekleyişte, karanlık tünelin başında, ileriyi, ışıklı yolu görmeye istekli, bir diğeri elinde feneri, sabit, donuk, heykel gibi:

“Acaba yaksam mı feneri yakmasam mı? En iyisi yakmadan ,sessizce çekip gitmeli”cümlesinden güç alarak belki de vazgeçmeye çoktan meyilli..


Nice sevgiler var; başlamadan bitirmeyi seçtiğimiz.. Oyuncuları çaresizce, istemeden yok etme yoluna gittiğimiz... Adan Karlı dostum bakın şöyle diyor ;

“ HAYATTAYKEN ÖLDÜREMEDİKLERİMİZ BEKLEME SÜRESİNCE BİZİ ZATEN ÖLDÜRÜR”..

Sanki en zoru da bu cümlede saklı gibi..


Nice sevgiler var, yarım kalmış, aniden yok edilmiş, ama şarkılara kırgın dizelerle yerleşmiş ve yüreklerdeki acıyı besteyle işlemiş.Mustafa Nafiz Irmak da dizelerinde bakın nasıl anlatmış sevgiyi:


GİTTİ O GÜZEL YADIMA BİR HANDESİ KALDI
ONDAN BANA SON HATIRA FİRKAT SESİ KALDI
SEVDASINA RAM ETTİ BÜTÜN BİR YÜCE ÖMRÜ
ONDAN BANA SON HATIRA FİRKAT SESİ KALDI

Seçim sizlerin,isterseniz sevgi yolculuğuna çıkarsınız el ele, yanınızda güvendiğiniz; feneriyle size ışık tutan kişi ile..

Dilerseniz sadece bir köşede beklersiniz sevgiyi tek başınıza, günden güne yok olma eylemini kabullendiğinizi anlatan ruh halinizle bir sırrı gizler gibi...

Sevgilerimle;
MERVE UTANDI-GÖZTEPE\ 02.10.2010



23 Eylül 2010 Perşembe

THE CYCLE OF LIFE (YAŞAM DÖNGÜSÜ)







BODY WORLDS

Modern Sanatlar Müzesi’nin kapısına yaklaştığımda İstanbul’un karmaşık trafiğinin stresiyle derin bir nefes aldım, “acaba bu kez yetişebilecek miyiz?” sorusu zaten yol boyunca beynimi meşgul etmişti...Çantamdan biletlerimizi ellerim titreyerek çıkardım...

Dostum Sanem hocam ile heyecan içinde sergiyi gezmek üzere ilerledik,görevlinin gerekli,gereksiz tembihlerini dinledikten sonra karanlık koridorlardan kıvrılarak büyülü yolculuğumuza başladık.

Adımlarımız başta ister istemez ürkekti.Bizi nasıl bir ortamın beklediğinin merakıyla hızlandık.Dev ekranlar çıktı ilk olarak karşımıza, bedenlerini bağışlayanların büyük fotoğraflarıyla karşılaştık.Bu görüntüler her zaman gözümüzün görmeye aşina olduğu insan tanımına uygun görüntülerdi.O an içimden geçirdiğim tek cümle “Ben bu bağışı kendi bedenim için yapabilir miydim?

Çılgınlıktı belki.Belki büyük bir cesaretti.

Gunter Von Hagens’in dünyasındaydık artık..İnsan bedeninin en ufak ayrıntısına kadar her şey anlaşılır bir dille,değişik bir görsel sunum ile karşımızdaydı.Tek yapmamız gereken küçük yazılara biraz daha yaklaşmak,onları hızlıca ama sindirerek okumak,düşünce gücümüzün yardımıyla sanatçıyı anlamaya çalışmaktı...Bedenimizin örtüsü olan tenimizin altında bilmediğimiz,daha önce keşfetmediğimiz bir dünya vardı...

Sergide bulunduğumuz ilk on dakika içinde midemdeki hafif bulantı hissine aldırış etmeden; vücudumuzun kas yapısını,kemiklerimizi,sinir sistemimizi,anne karnında geçirdiğimiz süreçlerde büründüğümüz şekilleri tek tek incelerken,mesleki seçimimde bir kez daha doğru karar verdiğimi ve asla doktor olamayacığımı anladım.

Sanatçı; sadece insan vücudunda değil; diğer canlı türlerinin cansız bedenleri üzerinde de çalışmıştı.Şaha kalkmış normal boyutlardan daha büyük bir atla,devasa bir zürafanın bedeniyle,horozun ve bir tavşanın kılcal damarlarını yakınen görmek mümkündü..Atın cansız bedeninin şaha kalkması için tam üç yıl boyunca çalışmış sanatçının ;hem kadın hem de erkek bedenine verdiği şekiller görülmeye değerdi.Elinde kefeniyle mezarından çıkmış bir vücudu ,onun hemen karşısında dans eden bir çift takip etmekteydi.Tüm cansız bedenler sanki bize nispet yapar gibi, hatta bizlerle dalga geçer gibi karşımızda aktivite içindeydiler.Satranç oynayanına ,salıncakta sallananına ,parmak ucunda bale yapanına ,elinde paleti ve fırçasıyla resim yapanına ,spor yapanına rastlamak mümkündü..Hatta bir cansız erkek bedeninin tüm vücudunu sarıp sarmalayan derisi yüzülerek eline tutuşturulmuştu...

Gunter Von Hagens; sağlıklı bir beden yapısıyla hasta bir bedeni kıyaslamamız için de öğretici bilgiler sunmuştu bizlere..Sigara içmiş bir kişinin akciğerinin aldığı hali,alzheimer hastası bir kişinin beyninin büründüğü şekli,gastritli yada ülserli bir mideyi,kanserli bir iç organı,bağırsaklarımızın dilimizle bağlantısını daha önce hiç araştırma yapmamış,bilgi sahibi olmayan biri için gözler önüne sermişti..

Bir odada plastinasyon işlemleri ile ilgili bir videoyu da izlemek mümkündü...

Yavaş yavaş sergi alanındaki gezintimiz bitmek üzereydi.İçeriye ilk girdiğimde küçükken alışveriş ettiğimiz kasap dükkanından görmeye aşina olduğum kanlı,lifli,kaslı et görüntülerini hatırlayarak sakinleşmeye çalışan ben,her camekanlı karede ağızları açık,dilleri sapa sağlam yerinde duran, karşımdaki cansız ama canlandırılmış insan bedenlerini görünce şaşkındım, bir süre et yiyemeyeceğimi düşünerek; bu camekanlı loş odalarda ölümün bize aslında hiç de uzak olmadığını,bedenimizin,maddeselliğin,hırsların,hayat boyu istemeden muhattap olduğumuz yıpratıcı diyalogların,gereksiz yarışların anlamsızlığını, tanrının inkar edilemezliğini,büyüklüğünü birkez daha anladım.

22.09.2010
MERVE UTANDI -GÖZTEPE

19 Eylül 2010 Pazar

HÜSEYNİ'DEN HİCAZKAR'A GEÇİŞ




Uzun bir aradan sonra her zaman keyif dolu muhabbetlerin yağmurunda vaktin hızla geçişini anlamadan saatlerce dertleştikleri,çeşitli lezzetteki karışımlı bitki çaylarını,aromalı kahvelerini rahat koltuklarında yudumladıkları mekandaydılar.

Çevredeki insanların güneşten saklı solgun yüzleri onlara soğuk kış akşamüstülerini hatırlatırken; yazın nemli havasını soluduklarını biran için sohbetin koyulaşmasıyla unuttular bile..

Deneyecekleri içecek portakal aromalı kahveydi bu kez..Siparişin ardından,göz göze geldiler ve büyük dostun söz küçüğün dermişcesine ;ufak bir göz kırpma hareketinden sonra sözü yaşça küçük olan dost aldı.Özlemişlerdi birbirlerini anlatılacak çok şey vardı..Portakal aromasının büyülü kokusuyla başladı küçük dost dilindekileri bir bir döküverdi cümlelere...

Umutsuzdu,kırgındı bu aralar..
Ruh halini ifade etmekte zorlanıyordu besbelli..İfade güçlüğünün hakim olduğu yerlerde heyecan,sabırsızlık,sevgi kavramları devreye giriyor bir yardımcı gibi rahatlatıyordu onu.

Sanki duyguları bir buluttu, zaman zaman yağmur olarak düşmeden rüzgarla dağılan...Belki de esrarengiz bir adımdı sağa sola bakmadan kafasının dikinde gidip; yolları hızla yürüyen..

Duygularının hiçbir zaman koruyucu bir gölgesinin olmadığını düşünerek ürperdi..Tam “gölge beni takip ediyor,yaşasın”sevinç çığlıklarıyla hayatına devam edecekken; serap gördüğünü zannedendi hep..

Bu hislerin etkisinde kalmadan kendini toparladı ve başladı çok sevdiği dostuna olanları anlatmaya.
Sevgili dost:
“Bekle,zamana bırak ve gör bakalım”dedi.Güzel yorumlar getirdi süslü bir hevesle anlatılan çocuksu cümlelere...

Küçük dost önce “peki” dedi ve hemen ekledi, “Sizce ne düşünüyordur? Ne yapmak istemiştir? Neden bu tutum içerisindedir?” soru yağmuruyla nefes aldırmadan dostuna tüm samimiyetiyle danıştı..

Çaresiz değildi ki küçük dost!Belki hayal kurması da suç değildi..Sıcak sözler sarfedilmişti,güven dolu bakışlarda birleşmemiş miydi ikisininde sevgi dolu gözleri?Büyük dostun sade öğüdünde söylediği gibi yalnızca beklemek ve sabretmekte mi gizliydi çözüm?

Şimdi de anlamsız ,gülümser bir ifade vardı yüzünde..

Derin derin nefes aldı,dostunun altın niteliğindeki sözlerini düşündü.

Ne bir gölge vardı kendisini takip eden,ne bir ses vardı sımsıcak,yüreğini okşayan,ne bir merak vardı ilgiyi yansıtan,ne bir sevgi belirtisi vardı onu heyecan fırtınasına salan.

Günler acımasızca bitiyor,her takvim yaprağının koparılış anı içine derin bir hüzün gibi çöküyordu...Huysuz güneşli günler,kah ayın hilal olduğu kah manzarasını izlemeye doyamadığınız dolunaylı serin İstanbul gecelerinde gözyaşıyla sonlanıyordu.Zaman isteseler de istemeseler de onlara nispet yaparak geçiyordu.

Ses yoktu...Aşkı müjdeleyen ,buram buram sevgi kokan , dağ gibi güçlü,umutlu makam Hüseyni yerini hayal kırıklığıyla inleyen,çaresiz,bekleyişin hüznüyle kavrulmuş hicazkara devrediyordu..Her günün başlangıcı bir umuttu,çaresizlik kolyesini kolay kolay takamıyordu küçük dost..

Büyük dost ;o gün kendisiyle ilgili pek bir şey anlatamadı küçük dostuna..Portakal aromalı kahvenin şekerli tadı etkisini kaybetmeden oradan sessizce ayrıldılar..

20.09.2010
Merve UTANDI-GÖZTEPE/İSTANBUL

28 Ağustos 2010 Cumartesi

BİLDİĞİM ŞEHİR




Bilmediğim şehirler büyük gelir bana!
Kıvrılırken köşe bucak yollarda ; mutlaka mavi bir deniz ararım..
Hayal meyal sen görünürsün!
O vakit güneşi görsem de olur görmesem de!
Bilmediğim şehirler büyük gelir bana,
Burnumda lodos rüzgarlarıyla coşan saf yosun kokusu..
Kulağımda şen kalabalıklığın çılgın uğultusu..
İstanbul mehtabı karşımızda!
Vuslatın sevinciyle seyirdeyiz enfes parlak ışığını..
Ne sen ne de ben engel olamıyoruz deli sabırsız zamana...
Akrep de yelkovan da bize nispet; vedadan yana..
Bildiğim şehirdeyim ne de olsa!
Doğduğumdan beri doya sıya yosun kokusunu teneffüs ettiğim;
En küçük tepesinden mavi denizimi özgürce görebildiğim,kalabalık koca sesli şehirdeyim.
İstanbul heyecanlı,bir o kadar da neşeli..
Bu bildiğim şehirde hiç bu kadar parlak görünmemişti yıldızlar gözüme..
Ay dolunayda,dolunay tüm cömertliğiyle seni,beni,şehrimi aydınlatma telaşında;
İstanbul özlem duyduğu bir Ağustos gecesinin sarhoşluğuyla sabaha devredecekken sihirli karanlığını..
Uğurlamak istemiyor misafirini,
Çaresizce yaşlı gözlerini siliyor,
Umutlu bekleyişlerle avunuyor koca şehirde yalnız başına,derin bir hüznün girdabında...


MERVE UTANDI-AĞUSTOS 2010/GÖZTEPE

16 Ağustos 2010 Pazartesi


ALTINOLUK

Yanar döner zeytin ağaçları , Kaz dağı!


Küçüklüğümde kış mevsimi çok zor geçerdi benim için.Yaz gelsin isterdim.Yüzmeyi çok seven ve saatlerce bir yunus balığı gibi şeffaf mavi denizde dalışlar yapan sabırsız küçük kız çocuğu ben;okulların tatile girmesiyle o zamanlar son derece sakin bir belde olan Altınoluk’a yaz tatili geçirmek amacıyla giderdim.

Fazla uzun sürmeyen sadece iki kısa molalı bir seyahatten sonra gölgelik zeytin ağaçlarının arasından beldeye giriş yapan arabamız hararetini Kaz dağlarının oksijeniyle söndürüverirdi şaşkın.

Ne İstanbul’un gürültüsünü,ne karmaşık trafiğini,ne is kokusunu,ne sokakta birikmiş çöp kokularını ,ne de anlamsız bir kalabalıkla sizi köşelere sıkıştıran insan bulutunu göremezdiniz.

Ruhunuz derin bir sessizliğin huzuruyla yenilenirdi.Ben en çok zeytin dallarının grimsi yeşilini,güneşte yanar döner bir hal alan tozlu yapraklarını izlemeyi severdim.Kaldığımız minik tek odalı çatı katının manzarasına gece doyum olmazdı.Terasın ortasındaki küçük mindersiz salıncağa uzanır,saatlerce meteor yağmutlarını seyreder,her yıldız kayışında da bir dilek tutardım.Bu dilekler o dönemler benim için son derece mühimdi.”Lütfen ilkokul ikinci sınıf zor olmasın,karnem hepsi pekiyi gelsin,matematik zor olmasın”gibi saf dileklerdi..

Bazı geceler evimizin önündeki tarihi taş evlerin damlarındaki irili ufaklı koyu turuncu kiremitleri en ufak detayına kadar gecenin karanlığında görme şansım olurdu.Çünkü mehtab dolunayken bir florasan etkisiyle her objeyi cömertçe aydınlatıverirdi.Bizde buna tanık olmaktan çok mutluyduk.Damda uyuyan kara kediyi görebilmek bile bir lükstü.

Yattığım sedirden yakamozları ışıl ışıl seyredalan ben,bazı geceler sırf bu ışık yoğunluğunu yakından izlemek amacıyla üşenmeden denize girerdim.Gündüzden belirlediğim ve göz hafızama yerleştirdiğim yosun kümelerine çarpmadan ustalıkla denizin kumlu bölgelerine ulaşırdım.Çok çok keyifliydi.

Engebeli paket taşlı sakin sokaklar asfaltın simsiyah yapışkanlığı ile tanışmamıştı.Terliğimde bir tek siyah iz yokken; zeytin yağı fabrikalarından gelen değişik bir kokuyla ciğerlerim dolu yürümeye alışmış bir halde ,soluğu ö dönemlerin tek dondurmacısı olan Neco abinin küçük dükkanı Vardar’da alırdık.Kimi zaman küçücük daire kağıt helvanın arasına karadutlu,limonlu toplar,bazende çıtır külahın hacminin de üstünde rengarenk lezzetleri deneme amacıyla dondurma toplarını abartarak koydurur afiyetle yerdim.

Altınoluk’un meydanında asırlık dev gövdeli çınar ağacının koruyucu gölgesine kurulmuş tuzsuz ay çekirdeği çıtlattığımız ufak çay bahçesinde içtiğim koruk suyunun ferahlatıcı etkisini unutamam.

Unutamam!

Tarih : Temmuz 2010

Kısa iki molalı araba seyahatimiz Altınoluk’a hoşgeldiniz yazısıyla son buluyor.”Çok şükür bu yaz da geldik” cümlesini kuramadan yoğun trafikle karşı karşıya geliyoruz.Sağ tarafta gözüme bir elinde çocuğunu tutmuş çantası yüklü bir annenin ,diğer elinde bir metal şemsiye sopasıyla sanki arabamızın camını kıracakmış gibi karşıdan karşıya geçmek için bekleyişi çarpıyor.Yüzünde bezgin,işe gitmekten bunalmış,rutin görevlerin yüküyle ezilmiş ,denize asla gitmek istemeyen ama gitmek zorunda olan sıkılmış bir ifade var.Üstünde durmuyorum gördüğüm karenin ,”belkide sıcaktandır bu acıklı hal” diyorum.Yanyana sırayla dizilmiş görmekten bıktığım marketler zinciri burada da karşıma çıkıyor.Bu küçücük beldenin ne ihtiyacı olabilir ki bu büyük marketlere diye bir an düşünürken ,önünde park yeri arayan ve bulamayan ,araba kuyruklarını görünce dehşete kapılıyorum.Alışkın olduğum,duymadığım zaman şaşırdığım korna seslerini kulağım burada da duyuyor.

Nihayet evimizin yolundayız diyorum,bir de bakıyorum ki kel bir alana yığılı öbek öbek toprak yığınları bizi karşılıyor.Turuncu bir toz bulutunun arasından evimize ulaşıyoruz.Büyük bir hayal kırıklığı ile sarsılıyorum.Zihnimden sorular geçiyor bir bir. “Biz denize nereden gideceğiz?”, “Bu yolları hergün nasıl aşacağız”, “bu yolda hergün acaba kaç defa kaza oluyordur?”,“Midilli Adasının romantik manzarasında yemek yerken gözlerimiz bu görüntü kirliliğini nasıl görmeyecek?”Sorulardan bir an için uzaklaşıp;kendimi arka balkonumuzun sakin manzarasına atıyorum birazcık avunabilmek adına.Odamın önündeki zavallı zeytin ağacım duruyor.Mandalina ağacı az sulanmasına rağmen meyve vermiş.Yapay bir beyazlıkla kendime geliyorum.Ağaçların arkası beyaz,pembe binalarla çevrilmiş.Bir evin bahçesinde şaha kalkmış bir at heykeli bana gülümsüyor.Aslında ben şaşkınlığımdan ötürü değişik bir yüz ifadesine bürünüyorum.Zavallı zeytinin hemen yanında spor aletleri duruyor.Belediyenin acaba yetişkinlere mi ,çocuklara mı armağan ettiği bu spor aletlerini ilk gördüğümde ,nereden çıktı bu modernleşme diye düşünürken,büyüyememiş ,çocuk kalmış yetişkinlerimize armağanı olduğunu anlıyorum.Gıcır gıcır bir sesle bu düşüncem netliğe kavuşuyor.Kendini sportmen sanan bir amca kollarını güçlendireceği aletin başında çözemediğim çevik haraketler yapıyor.Sırtı kaşınmış çaresiz bir kişinin sırtını kaşıttığı muhteşem bir makineye dönüşüyor alet.Sırtının kaşınan noktaları kaşındıkça mutlu olan amca,yaptığı görülmedik haraketleri hızlandırıyor,hızlandırdıkçada gıcır gıcır seslerle doyumsuz bir melodi kulağımıza nakşoluyor.Şanslımıyız?Şanssızmıyız? Şok olmuş ben herşeye rağmen pozitif olmaya çalışarak;bavulumu boşaltıyorum.Çok eşya getirmişim diye her seneki rutin cümlelerimi kurarak odama yerleşiyorum.Uzun bir temizlik sürecinden sonra kendimizi yemekle ödüllendiren biz;ön balkonumuza yemek masasını kuruyoruz.Midilli Adası tahmin ettiğim gibi görünmüyor,hem toprak yığınları,hem sıcak hava buna etken.Ani bir acıyla kendime geliyorum.Bu acı biber gibi yakıyor tenimi,hemen arkasından tatlı bir kaşıntıyla kendini gösteriyor.Bir bakıyorum kolumda sivrisinek.Ayağa kalkıyorum,kolumu yıkıyorum.Tam yeniden yemeğime konsantre olacakken ;acı yağmurunun ardı arkası kesilmiyor.Aman Allahım,hiçbirşey fayda etmiyor,sivrisinekler bizim gelmemizden son derece mutsuzlar.Tükenmeyen gruplarıyla bize savaş açıyorlar.Tenimizde sokmadıkları bir alan kalmıyor.Sıcağa rağmen salona geçiyoruz,üç dört kanallı televizyonumuzdan heberleri izlemeye çalışacakken;izleyeceğimiz yayın yabancı kanalların yayınlarıyla karışıyor.

Uyuyoruz.Sabahın ilk ışıklarıyla elimde bir havlu plaja koşuyorum.Deniz tüm bu olumsuzlukları siler düşüncesiyle dip akıntılarının biran durmadığı suya atlıyorum.Su sıcak geliyor,dip akıntısı yok.Sıcaklar denizi de etkilemiş,nasıl olsa bir iki güne kadar eskiye döner cümlesini mırıldanırken,gördüğüm ilginçliklerin sonu gelmiyor.Plajda adım atacak yer yok.Plajdamıyım,sokaktamıyım çözemiyorum.Belindeki lastik simiti olmasa,bir çay salonuna gidiyormuş görüntüsünde giyimli süslü teyzeleri denize girerlerken görüyorum.Beyleri ve çocukları plaj modundalar,ama hanımların sadece yüzlerini görebiliyorsunuz.Benekli taytları,muşamba etekleri,fosforlu göz alan eşortmanlarıyla garip bir modayla karşınıza çıkıyorlar.Gölgede uzun sakallı bir dede karşıma çıkıyor.Bu heybetli dede kıştan kalma siyah paltosundan bir türlü kopamamış,denize girdiğinde uzun sakalları birbirine dolanmış,kumlara suları süzülürken sakince büyük rahatlıkla sakallarını tarıyor.
Söz bulamıyorum söyleyecek.Dilim bir süreliğine kitleniyor.

Tüm bu sıkıntılar yetmiyormuş gibi yeşile düşman bir komşu dünürünün balkonunu göremediği için söğüt ağacının genç dallarını vahşice kesiyor.

Ruhumu yıllar öncesinde dinginleştiren derin sessizliği bulamıyorum.


Kaz Dağlarından esen oksijen dolu rüzgarlarımı düzensiz beton yığınları kesiyor.Nefes alamıyorum...

Meteor yağmurlarını izlememe fırsatı verilmiyor ki bana..Ben yıldızlar kaydığında dilekler tutatayım.Tam bir yıldızı yakalarken gözlerim; çaresizce vazgeçiyorum.Bu vazgeçişe sebep hep o anlamsız discoların son modası ışık oyunları.Nitelendiremediğim,keskin ,gökyüzünü taciz eden lazer ışığıyla geçici kör oldum hissine kapılıyorum.

Dolunayda mehtabın ışığı damları aydınlatmıyor,zeytin yapraklarının yanar döner hallerini göreceğime karşımzdaki evin bahçesindeki gülümseyen şaha kalmış atın heykelini görüyorum.Nerede damdaki yaramaz karakedi diyemeden,kolumdaki sivrisineği yakalamanın telaşına düşüyorum.

Midilli Adası’nın süliyetini görme çabalarım toprak yığınlarının engeliyle yok oluyor.


Denizin dip akıntılarından vazgeçtim,modern bir kumsalı görmeye hasret Altınoluk tatilimi hayal kırıklığı ile bitiriyorum..



MERVE UTANDI
ALTINOLUK-10 AĞUSTOS 2010

4 Ağustos 2010 Çarşamba

ramazanda jazz-münip utandı konseri

RAMAZANDA JAZZ MÜNİP UTANDI KONSERİ

20 ağustos 2010
MÜNİP UTANDI KONSERİ
yer:istanbul arkeloji müzesi
saat:21.00
vokal:MERVE UTANDI


Hakan Erdoğan Productions’ın Ramazan ayı vesilesiyle bu yıl ilk kez gerçekleştirdiği “Ramazanda Caz”, Müslüman caz sanatçılarının en büyüklerini ağırlıyor.

“Ramazanda Caz”; Topkapı Sarayı’nın I. Avlusu’nun büyülü atmosferinde ve İstanbul’un en çok sevilen açıkhava mekanlarından Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde düzenlenecek sekiz konserden oluşuyor. Festival, dünyaca ünlü Müslüman caz sanatçıları Ahmad Jamal, Anouar Brahem, Abdullah Ibrahim ve Dhafer Youssef’i ağırlayacak. Etkinlikte Türkiye’den de sevilen cazcılar İlhan Erşahin ve Aydın Esen sahneye çıkacak. Esen festivalde, Ramazan temalı ‘Aydın Esen Plays for Ramadan’ başlıklı özel programını seslendirecek. İstanbullu cazseverlerin gayet iyi tanıdıkları bu sanatçılar, bu kez genış katılımlı konserlerle, her kesimden izleyiciye ve belki de geleceğin cazseverlerine seslenecekler.

Festival kapsamında cazın yanı sıra Dede Efendi de yer alıyor. Günümüzün en iyi eski Türk Müziği yorumcularından Münip Utandı’nın Dede Efendi Ensemble ile Arkeoloji Müzesinde vereceği konser, klasik Türk musikisi meraklıları için az bulunur bir fırsat olacak.

Festivalin son konserindeyse Kudsi Erguner ve topluluğu sahneye çıkacak. ‘Islam Blues’ başlıklı bu konser, farklı müzik formları arasında çalışan sanatçıların dünya kültürüne katkılarını ortaya koymayı hedefleyen “Ramazanda Caz”ın son konseri olacak.

2010 Ajansı’nın desteğiyle, ‘Ramazan İSTANBUL’ etkinlikleri çerçevesinde başlattığımız “Ramazanda Caz” ile Ramazan’ın ve müziğin tadını çıkaralım.

Festivalin her konserinde dileyenler için ücretli catering servisi iftar saatinde başlayacaktır.

“Ramazanda Caz' etkinliğinin biletleri Biletix gişelerinden ve konser öncesi kapıdan temin edilebilir.

“RAMAZANDA CAZ” KONSER PROGRAMI:
14 Agustos Cumartesi : Anouar Brahem Quartet / Arkeoloji Müzesi 17 Ağustos Salı : Ahmad Jamal Quartet / Topkapı Sarayı 18 Ağustos Çarşamba : Dhafer Youssef Quartet / Arkeoloji Müzesi 20 Ağustos Cuma : Dede Efendi Ensemble – Münip Utandı / Arkeoloji Müzesi 21 Ağustos Cumartesi : İlhan Erşahin’s Istanbul Sessions / Arkeoloji Müzesi 24 Ağustos Salı: Abdullah Ibrahim Trio / Topkapı Sarayı 26 Ağustos Perşembe: Aydın Esen Group / Arkeoloji Müzesi (Aydın Esen Plays For Ramadan) 31 Ağustos Salı: Kudsi Erguner Ensemble – “Islam Blues” / Topkapı Sarayı

Tüm konserler saat 21:00’de başlayacak.