22 Şubat 2010 Pazartesi

Benim Semtim İstanbul...


Ben İstanbul’da doğdum..

Kızıltoprak’ta patates,soğan satıcılarının anonslarıyla güne uyandım.

Mis gibi ılık bir bahar öğleninde kalın kaymaklı yoğurt satan sokak yoğurtçusunun “taze yoğurt” sesiyle pencereden yarı belime kadar sarkmamam gerekir düşüncesine aldırmadan çocuk benliğimin anlık özgürlüğüyle sarktım...

Sarımsak çiçeğini keşfettim bir ot yoğunluğunun arasından Kadiköy Yeldeğirmenin’de bir çocuk parkında...

Fenerbahçe’de papatyalardan irili ufaklı demetler yaptım,bir kez olsun taç yapıp saçlarıma takamadım ama olsun...

Salıncaklardan gökyüzüne doğru uçtum çoğu kez ağaç dallarını yakalarım umuduyla Kalamış’ta...

Dilimde hep nakaratı İstanbul’la işlenmiş şarkılar vardı, kimi zaman Nihavend, kimi zaman Hicaz makamında...


Hurdacıların gizemli sesinden,vapurun huzur veren keskin düdüğüne kulak kabarttım sisli havalarda...Nayloncu bile bozamadı bu ahengi..

Uykumun en tatlı anında Haydarpaşa’dan kalkan trenin düdüğü ninnimdi...

Ben İstanbul’da büyüdüm...

Manzaram hep deniz oldu, an an değişti siması denizin, şekilden şekile girdi bazen hırçın dalgalara inat, bazen de tuzlu suyunu içesim gelirdi dibindeki taşları ve balıkları sayarken...

Zaman zaman denizi çığlık atan martılar süslerdi, bazen de ufuk çizgisine yakın Topkapı Sarayı’nın önüne demir atmış bir balıkçı motorunun sülietini çözmeye çalışırdı gözlerim...

Ben balıkları İstanbul’da tanıdım...

Palamut’un, lüferin ,kalkanın ayrımını yapardım...Lakerda,çiroz,tuzlu sardalyaydı yemeğim...

Küçük ellerim ufalardı ekmekleri; atıverirdi suya...Emek parçacıklarına üşüşen balıkları beslerdim; doyuversinler,büyüsünler bir an önce diye düşünerek aslında o beslediğim balıkları yediğimi bilmemenin saflığıyla...

İstiridyelerin,unufak olmuş çakıl taşlarının çıtırtılarıyla kova kürek oynadım...Burnumda hangi semtine gitsem hep iyotlu İstanbul’un yosun kokusunu soludum..
Sandalla gezindim, kürek çekemedim ama çıpanın sivri ucu derinliklerden bir kayaya saplanırken sağa sola savrulup,dengemi kaybettim,içimin çekildiğini hala unutamam...

Ben İstanbul’da dolaştım,paket taşlı Soğuk Çeşme Sokağın’da turist kılığında fotoğraf çektirdim.

Erik ağacının polenleri etrafı bembeyaz tozbulutuna çeviriken,hiç aksırmadım..Sabırla bekledim elimde bir parça tuzumla, meyve veren dallarından erik aşırmayı...


Uçurtmam hiç olmadı ama haftasonları Çamlıca Tepesin’den seyre daldım yaşıtlarımın özenle uçurdukları uçurtmaları!
“Aman uçaklara çarpmasınlar” endişesini yüreğimde taşıyarak ; heyecanla,elimde sıkıca tuttuğum pembe rengarenk tavşan balonumla...

Elimde susamları dökülen çıtır simidimle Beşiktaş’ta vapur beklerken,hayalimde Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde yaldızlı kaftanımla dolanırdım...
Fonda eksik olmazdı musikinin büyülü sesi,tanburun ,kanunun ve kemençenin soru cevap şeklindeki taksimleri..

Üsküdar’ın güneşi beni de yakardı,Kız Kulesi’nin hüzünlü hikayesinin sonunu bile bile anlattırırdım,bir de Galata Kulesi var diye de övünerek...

Büyükada’da faytonla gezinirken, elimdeki notalarımı bir bir rüzgara savururdum.Tasalanmadan Heybeliada’dan nasıl olsa toplardım,olmadı Kınalıada’da arardım....

Telaşlı günlerin sonunda Maçka’dan yola koyulur, kendimi Bebek’te en küçük kese kağıdının yarısı kadarki badem ezmesini tadarken bulurdum...

Kanlıca’da pudra şekerli yoğurdun genzimi yakarken ki tatlımsı lezzetiyle bir bebek misali sakinleşirken, tarçınlı sahlebi mi yoksa akşam sobanın sıcağında leblebileriyle içilmeye hazır beni bekleyen Vefa’nın bozasını mı daha çok sevdiğimi kendime sorardım.


Ben İstanbul’da Körfez’in serin sularında yüzerken,minyatürleri süsleyen tarihi kavak ağaçlarıyla konuşur, üstünde şakıyan kuşlara el sallardım.

O zamanlar “Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin, geçmişteki günlerden biri durmakta derinde” eserini mırıldanırken belkide bilinçsizce derinlere bakardım..Bu gizemli dizelerin anlamını çoktan çözmüş Yahya Kemal’i tanımamanın ezikliğini henüz hissedemeden, Çengelköy’lü annemin defalarca göstermekten usanmadığı Kırmızı köşke başımı çevirir,onun yaş dolu, gözlerine dalıp, çocukluğunu yakalamaya çalışırdım..

Ben İstanbul’da doğdum,büyüdüm,İstanbul’da yaşıyorum...

İstanbul “Eski İstanbul değil” diyenlere, “nerede o canım şehir?” diyenlere de üzüntüyle hak veriyorum..Şanslıyım diyorum! Bu düşüncem bencilce de olsa
ucundan kıyısından yakaladığım,gözlerimi ilk orada açtığım,hayat bulduğum kenti Eski İstanbulu’mu ben de arıyor ,özlüyorum..Ben İstanbullu’yum...



MERVE UTANDI-22.02.2010

14 Şubat 2010 Pazar

Gir Kalbime Gör Kendini..


Şubat ayının on dördüncü günündeyiz.Haftalar öncesinden anlamlı anlamsız her eşyanın ucunda,ortasında,sağında,solunda kıpkırmızı kalp figürü görmekten yorulduğumuzu hissediyorum.Radyoda sohbet programlarında konular hep sevgililer ve aşkları...Televizyonda haberlerde,dizilerde, reklamlarda hep bu tema işleniyor.Yoğurt kutusunda kalp,sucuk kangalında kalp,rula kağıt havluda kalp...

Düşünüyorum.

Bana; çok da kutlanılası birgünmüş gibi gelmiyor.

Sevgiyi sorguluyorum.

Sevmeyi, sevileni, sevilmemeyi, sevilmeyeni,sevilmemenin kişide yaratacağı dengesizliği...

Sevgiliyi değil!

Sevgilileri hiç değil!

Sevgilileri, çağrıştırmıyor nedense.

İlla bu günü kutlamak için duygusal bir birliktelik yaşıyor olmak mı gerekiri sorguluyorum.

Eğer herşey bu cümlede gizliyse beni gerçekten de ilgilendirmiyor.14 Şubat Sevgilileri ilgilendiren bir günden ibaretse kutlamıyorum bu günü.

Hayvanseverler; “benim sevgilim Ponpon kedim’ ”, “benim sevgilim köpeğim Marmelat ” diyorlar...

Kimileri benim sevgilim annemdir,abimdir,babamdır,halamdır,teyzemdir,dostumdur,eşimdir,arkadaşımdır diyorlar...

Çevreciler diktiğim Çam ağacıdır benim sevgilim ,ormandır sevgiliyle buluştuğum yerim cümleleriyle bu günün anlamını kendilerince yorumluyorlar.

Bu günü anlamsız bulanlar da , gereksiz olduğunu düşünenler de var. “Kutlamam” diyen, “kutlarım” diyen, “sevgilime ne almalıyım?”diye panikle mağazaları mutlu eden de var, aldığı armağanlarla gerçekten sevgilisini mutlu eden de var.Tartışmalar uzuyor ve sonuca bağlanmadan bitiyor. Kimi kişiler mağazaların bayramı olarak nitelendiriyor bu günü, kimi para tuzağı olduğunu savunuyor, tüketime katkısı olan bir gün diye de düşünenlerde çoğunlukta.Bazen de satış yapamamanın hayal kırıklığıyla son bulan bir günden ibaret olduğunu düşünen de var.

Ben bugün Şubat ayının on dördüncü gününde ; çok sevdiğim bir klasik Türk müziği eserini Münip Utandı’nın “Münip Utandı II”cdsinden,romantik uslübunun kalpleri yumuşatan sesinin rüzgarıyla mest olmuş dinlerken buldum kendimi.

Dilime dolandı , ardarda üç beş defa söyledim tanbur eşliğinde bu güzel sanatlı eseri.Her defasında beni düşündüren, söylerken bittiğini farketmediğim, finaldeyken nakarat dizelerine takılı kaldığım bir eserdir kürdilihicazkar makamındaki Rıza Polat Akkoyunlu güftesiyle Selahattin Pınar’ın bestesi “Yalancıdır Hep Aynalar”.

Nasıl bir duygudur?
Kimbilir ne şanslıdır kendisine şiir yazılan bir sevgili!

Yalancıdır hep aynalar ,
Gir kalbime ,gör kendini .
Gerçek yüzün bir bende var .
Gir kalbime, gör kendini.

Kah güllerde gül nefesin .
Kah bülbülde şakrak sesin;
Nere gitsem benimlesin!
Gir kalbime , gör kendini..

Pınarlarda akış gibi..
Halılarda nakış gibi ..
İlk sevgide bakış gibi !
Gir kalbime..gör kendini.

“Gir kalbime gör kendini”cümlesi ne büyüleyici, ne kadar etkileyicidir..Sevgili bu dizeleri gördüğünde neler hissetmiştir?
Bence sevgi, gerçek sevgi bu değil midir?Aşk dediğiniz belki de yanıltır bizleri.

O kalp nasıl bir kalptir ki,sımsıcak duygularla beslenir, besler sevgiliyi...Kin yoktur,kırıcı bir sözü barındırmaz içinde ,bencillik uzağından yakınından geçmemiştir...

Seviyorsanız, sevmiyorsanız, eğer sevgiliyseniz,sevgili değilseniz,14 Şubat sevgililer günü diye isimlendirilen bugün sizin için önemli olsa da ,olmasa da hayatınızda bir kere Rıza Polat Akkoyunlu’nun aşk dolu dizelerini okuyun, kalbinize mühür gibi işlenen sevgilerle bir yolculuğa çıkın.

Sevgililer gününüz kutlu olsun...

MERVE UTANDI-14 ŞUBAT 2010

7 Şubat 2010 Pazar

Kar..


















Eğriliğine,büğrülüğüne bakmadan rastgele beyazlığın ortasına yavaşça sapladı elindeki havucu.Elindeki kömür karası sele zeytinlerini de göz kararıyla orantısız yerleştiriverdi.Yeni bir güne başlamanın telaşıyla gözlerini açmaya çalıştığında saatin sabahın altısını çoktan geçmiş olduğunu farketti.

Hem acelesi vardı, hem de “nasıl uyanabilirim?” diye düşünüp, göz kapaklarını ilk olarak buz gibi suyla, belki bir ümit uykudan koparak açılırlar düşüncesiyle yıkamıştı, dondurmuştu mahmur yüzünü adeta.Herşey o kadar aynıydıki hayatında, o gün giyeceği giysiler, geceden giyilme sırasına girmişlerdi yine..Tek eksik küpelerdi.Onları da hızlıca seçivermişti.Yerde duran battaniyeyi de kaldırıp,cama doğru gitti.O sabah bir gariplik vardı. Meşhur pencere önü solisti şişman güvercin; monoton konserini vermemişti henüz.. Perdeyi açmasıyla dona kaldı.Rüya mıydı gördüğü manzara?

Her yer bembeyazdı; eksik kiremitli damlar, pencerenin önündeki çınar ağacının kuru siyahımsı dalları,çamlar,engebeli kaldırımlar,dar araba yolu,apartmanın müdavimlerinden kara kedi bile...

Yılın ilk karı yağmıştı seneler sonra!!!!

Karanlık sokak,o sabah mükemmel bir beyazlıkla yumuşamış, çıtır kızarmış ekmeğin üzerine özenle sürülen eritme peyniri gibi tüm sokağı mükemmel bir görüntüye kavuşturmuştu. Kusurlar örtülmüş,nesnelerin sert ve sivri hatları beyazlıkla sanki yuvarlaklaştırılmış, bambaşka boyutlar kazanmıştı.

O; içindeki çocuksu sevinci durduramıyordu.İçinden kar kelimesinin geçtiği tüm şarkıları söylüyordu sırayla.

Gökyüzü dopdoluydu...Sanki yüzbinlerce ak kostümlü sineklerin ritimsiz dansıydı bu yağış..Dansa katılım çoğalmıştı.Yorulan ak kostümlüler ; dansı bırakıp,aşağıda pırıl pırıl parlayan, yenmeye hazır bir ekmek kadayıfı görünümündeki evin damının üstünde kaymak misali duran buz topluluğuna tek tek serpildiler.

Kısa bir zaman sonra tombul kar dolu bulutlardan iri parçalar halinde beyaz buzcuklar kopmaya başladı.Başlarını gökyüzüne kaldıranlar, bir an için tepelerinden temizlik meraklısı bir ev hanımının elinde tozu giderilsin diye dövdüğü yastık kılıfının köşesindeki yırtıktan saçlarına pamuk dökülüyor hissine kapılmış olabilirlerdi.Görüntü gerçekten muhteşemdi.Mutlu sabah bu şekilde başlamıştı...

Televizyonu açmayı akıl etti.Haberlerde yapılan tüm anonslarda yolların tamamen kapandığı ve işlerin tatil edildiğini öğrendi. Sokak rengarenk bereli ,şapkalı,eldivenli,paltolu,montlu,kar çizmeli bonbon şekeri paketinden fırlamış karamelayı andıran insanlarla doluydu. Çoğu yollarda yuvarlanıyor,oluşturdukları kar toplarıyla şakalaşıyorlardı.O ;kendini pencereden izlediği renkli görüntüye bu ani kar sürpriziyle atmış oldu.Kardan adamın gözleri ve burnu tamamlanmıştı da portakal kabuğuylada dudağını oluşturdu.Tipi başlamıştı.Atkısını veremezdi.Üşüyordu..Bu tatlı bir üşümeydi.Yaptığı kardan adamın resmini çekti.Küçükken çay tepsisine onun için yapılan minyatür kardan adamı düşündü ve gülümsedi.

Yılın ilk karı nasıl da neşelendirmişti onu ve herkesi!
Kar çok sevilen birinden beklenmedik anlarda telefon gelmesi gibiydi..
Kar huzurdu.
Kar sürprizdi,telaşlı anlarda sakinleştirendi.
Kar umuttu belkide..
Bembeyazdı..Tüm renklerin fon kartonuydu..
Tatildi...
Köşeleri, sertliği bir süreliğine silen ,yok edendi.
Temizliğin sembolüydü.
Belki de kızgın yürekleri oyalayan bir oyundu tıpkı kar topu gibi.
Yuvarlaktı.
Bin bir şekille desen desen düşendi.
Özeldi.Özlenendi...

MERVE UTANDI-7 Şubat 2010


2 Şubat 2010 Salı

Nevzat Atlığ












25 Nisan 2005 –Hürriyet Gazetesin’de Nevzat Atlığ ile bir Röpörtajdan alınmıştır.

ALATURKA-ALAFRANGA KAVGASI BİTSİN ARTIK

Klasik Türk müziği ile klasik batı müziğinin arası ben kendimi bildim bileli hep açıktır. Birinin ak dediğine, öteki kara demek zorunda mıdır hocam?

- Batıcılar müzik bakımından bizi düşman gibi görüyor; onlar çağdaş, ilerici, biz ise gericiyiz sanki. Bu gereksiz alaturka-alafranga kavgası bitsin artık, çağdaş Türkiye’ye yakışmıyor. Kızım Nihan, Belediye Konservatuvarı piyano ve Devlet Konservatuvarı kompozisyon mezunu; Adnan Saygun’un, İlhan Usmanbaş’ın talebesi. 20 yıldır MSÜ Devlet Konservatuvarı’nda solfej dersi veriyor. Çok isterdim ki batı müziğiyle uğraşan bir arkadaşımın çocuğuna da ben Türk müziği konservatuvarında ders vereyim. Batı müzikçiler yıllardır ‘Türk müziği tek sesli ve basittir’ diyor. Oysa Türk müziği bütün güzelliğini tek ses üzerine inşa etmiştir. Onlar bizim müziğimizde olmayanları arıyorlar, bulamayınca da basit buluyorlar. Türk müziğini dinleyenler, bu müzikte neler bulunmadığına değil, nelerin bulunduğuna kulak vermelidir. Ben klasik müziğimizi mimarimizle mukayese ederim. Türk mimarisi hep yuvarlak hatlıdır, kilisede olduğu gibi sivri, batıcı değildir. Kubbeler, savaklar vesaire köşeli değildir. Klasik müziğimizi gözünüzü kapatıp dinleyin, melodilerin bir şeyleri çevrelediğini, huzur verdiğini hissedeceksiniz.

RADYO’NUN KAPICISI BİLE BESTEKAR OLDU
TRT’nin düzenlediği alaturka ses yarışmasında nice genç sesler, besteler gün ışığına çıktı, siz hangilerini beğendiniz?-

Yüzlerce, binlerce bestekar çıktı, hangi birini sayacağım sana?.. Radyonun kapıcısına varıncaya kadar hepsi Bestekar-ı Şehriyari. Olmaz be kardeşim, bu kadar kolay bestekar olunmaz. TRT’den daha iyi müzik yayınları bekliyorum, müzik sadece eğlence demek değildir, aynı zamanda eğitim vasıtasıdır, ruhu terbiye eder. TRT’de zaman zaman gayrı ciddilikler oluyor. bir topluluk düşünün, solist çıkıp şarkısını söylüyor, arkdaki arkadaşları onu alkışlıyor. Şefi alkışlıyor. O da kendisi söylerken halkı alkışa davet ediyor. Bunu gören öteki, işi daha da sulandırıyor, sonu yok ki.

TÜRK SANAT MÜZİĞİ TABİRİ KULLANMADIM
Hangi müziğe müzik dersiniz hocam, sözgelimi hiç canınızın pop müzik çektiği olur mu?
MüziK, müziktir benim için; sen bana kaliteden haber ver. Pop müzik de dinlerim, yeter ki sırf gürültü olmasın, sözü söz, bestesi beste olsun. Eskilerden Tanju Okan’ı, Sezen Aksu’yu severim, yenilerden ise Sertab Erener’i beğeniyorum. Ben sadece arabesk denen saçmalığı dinlemem, saçma sapan bir şey. Musikiyi sosyal yaşantıdan ayırmak mümkün değil, bir manada toplumun aynası. Türk toplumunun hayat tarzı, hayat felsefesi çok değişti. Bugünün aynasına bakacak olursak; ya pop, ya arabesk müzik diyeceğiz. Artık ikisini birbirinden ayırmak da pek mümkün değil. Batı sazları hakimse pop diyorlar, Türk sazları hakimse arabesk diyorlar galiba.
Çoksesli Türk müziğine de karşı değilim, ama Dede Efendi’nin eseri çoksesli yapılamaz, ayrıca buna kimsenin hakkı da yok. Doğru olan, bir bestekarın Türk Müziği sistemini kullanarak ortaya çok sesli müzik çıkarması. Bu arada şunu da söyleyeyim, ben hiçbir zaman ‘Türk sanat müziği’ tabirini kullanmadım. Türk sanat müziği yanlış bir deyim, onun dışındakilerin sanatla ilgisi yokmuş gibi oluyor.

Türk Müziği’nin en iyi kadın ve erkek sesleri

Hacı Arif Bey’in ‘Gurub Etti Güneş, Dünya Karardı’ şarkısına bayılırım. Sesim hálá güzeldir, Selahattin Pınar’ın, Yesari Asım’ın bütün şarkılarını da bilirim.

Gelmiş geçmiş en büyük erkek sesleri, bence Münir Nurettin Selçuk, Alaeddin Yavaşça ve Münip Utandı.
Kadınlarda ise Safiye Ayla, Perihan Altındağ ve Sabite Tur’un adlarını verebilirim.

Radyoda canlı yayın sırasında hanımlardan bayılan çok olurdu, mesela Mürşide Şener ve Gülseren Güvenli. O anda hemen sazlardan birine 5 dakikalık taksim yaptırırdık. Bu arada arşivden o taksime uygun bir plak bulup yayına verirdik.

Rakı sadece Türk müziğiyle değil, kaliteli her müzikle iyi gider. Eskiden gazinolara giderdik ailece ama, son yıllarda gazinolarda doğru dürüst müzik kalmadı. Belki de en son Behiye Aksoy’u dinlemişimdir.

Klasik müziğimiz neden meyhanelerle anılıyor
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk kendi müziğini neden yasaklamış?


- Eğer ki Atatürk Türk müziğini kıyafetlerinden repertuarına kadar çok iyi, çok muntazam hazırlanmış bir korodan dinleseydi başka olurdu. Mesela Sarayburnu’nda kendisi için hazırlanan bir konsere Mısır’dan büyük bir koro çıkıyor. Bizden de Eyüp Musiki Cemiyeti sahneye çıkıyor. İki grup arasında hem kıyafet, hem repertuar bakımlarından büyük farklar var, Atatürk o tablo karşısında mutlu olmuyor elbette. Eğer Münir Nurettin ve Mesut Cemil beyler Atatürk’e hem görsel, hem de repertuar olarak zengin bir koro izletmiş olsalardı Türk müziği şimdi çok başka bir yerdeydi. Bu müzik 20. yüzyıla kadar sadece sarayda, konaklarda icra edildi, kapalı bir toplumduk, konserler falan yoktu. Batı müziği de zenginlerin saraylarında, şatolarında, kiliselerde gelişmedi mi? İşte bu müziğimizin inkişafı amacıyla 1914’de kurulan Darülelhan 1926’da konservatuvar yapılıyor ve Türk musikisi bölümü kapatılıyor. Devlet himayesinden mahrum kalan müzisyenler de geçimlerini temin edebilmek için piyasada çalışmak zorunda kalıyorlar. Önce kendi adını verdikleri takımlarla kıraathanelere iltica ediyorlar, zamanla içki içilen yerlere ulaşıyorlar. Türk müziğinin meyhane ile anılması ta o yıllardan başlıyor.

İlk kez kemanla

Türk müziğinin 80’lik anıtı Nevzat Atlığ, röportaj sırasında eline keman alıp çalmaya başlayınca, çocuk ve torunları şaşkınlığını gizleyemedi. Çünkü üstadı ilk kez kemanla görüyorlardı.
PROF.DR.NEVZAT ATLIĞ-(2005-HÜRRİYET GAZETESİ)

-------------------------------------------------------------------------------
50. Sanat Yılında Prof. Dr. Nevzad Atlığ

Prof. Dr. Nevzat Atlığ’ı bütün yönleriyle tanıtan bu kitap, Vakfımız tarafından Prof. Atlığ’ın Atatürk Kültür Merkezi’ndeki 50. Sanat Yılı için düzenlenen törene yetiştirilecek şekilde hazırlanmıştır. Eserde Prof. Dr. Nevzat Atlığ’ın hayatı, sanatı, arkadaşları ve müzisyenlerin görüşleriyle hakkında basında çıkan yazılar yer almaktadır. Bunlara ilaveten kitaba Prof. Dr. Atlığ’ın uzun süren sanat hayatı sırasında müzik ve siyaset dünyasının ünlüleriyle çekilmiş fotoğrafları da eklenmiştir. Kitap 2001 senesinde yayınlanmıştır.
--------------------------------------------------------------------
TÜRK MÜZİĞİNİN GURURU
NEVZAT ATLIĞ

Prof. Dr. Nevzad Atlığ'ın 50. sanat yılında Türk müziği dünyası coşku içindeydi
İSTANBUL- Klasik Türk Müziği Sanatçısı Prof. Dr. Nevzad Atlığ'ın 50. sanat yılı, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı'nca düzenlenen geceyle kutlandı. Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu'nda gerçekleştirilen gecede, Devlet Klasik Türk Müziği Korosu sanatçısı Mithat Özyılmazel, Prof. Dr. Atlığ'ın hayatını anlattı. Gecede konuşan Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Metin Eriş, Prof. Dr. Atlığ'ın, Türk müziğinin klasik değerlerini korurken, Türk kültür hayatında musikinin yozlaşma ve çoraklaşmasına da set vurduğunu söyledi. Devlet Klasik Türk Müziği Korosu sanatçılarından Adnan Mungan, Çetin Körükçü, Münip Utandı ve Meral Uğurlu ile Prof. Dr. Atlığ'ın sanatçı arkadaşlarından Alaeddin Yavaşça, Serap Mutlu Akbulut ve İnci Çayırlı'nın koro eşliğinde birer şarkı söylediği gecede, Prof. Dr. Atlığ yönetimindeki koro da iki şarkı seslendirdi. Geceye katılan Kültür Bakanı İstemihan Talay, Prof. Dr. Atlığ'a, Kültür Bakanlığı'nın Teşekkür Belgesi'ni verdi. Atlığ'a ayrıca Türk Kültürüne Hizmet Vakfı ve Türk Edebiyat Vakfı tarafından da ödüller sunuldu. Bakan Talay, ödül töreninin ardından yaptığı konuşmada, Prof. Dr. Atlığ'ın, Türk kültürüne ve Türk Sanat Müziği'ne çok değerli katkılarda bulunduğunu belirterek, Prof. Dr. Atlığ'ın özelliklerini bütünleştiren en önemli çabasının, Klasik Türk Müziği'ni kurumsal bir yapı içinde, bir sanat müziği korosuyla destekleyerek ve icra ederek topluma sunması olduğunu kaydetti.

Türk Sanat Müziği'nin, Türk halkının binlerce yıllık kültür birikiminden süzülen ve bugünlere gelen bir sanatsal birikimi olduğunu vurgulayan Bakan Talay, "Bu birikim, böyle bir yapı içerisinde şahsi ve abartılı icraları ortadan kaldırarak ve Türk Sanat Müziği'nin aslının ne olduğunu topluma sunarak onu korur" dedi. Bakan Talay, Prof. Dr. Atlığ'ın sanata katkılarının devam etmesini diledi. Prof. Dr. Nevzad Atlığ da Bakan Talay ile Türk Kültürüne Hizmet Vakfı'na şükranlarını sundu.
-------------------------------------------------------------------------------

MERVE UTANDI GÖZÜYLE Prof.Dr.NEVZAT ATLIĞ

İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarın’da on iki numaralı derslikte en ön sıradayım.Az sonra başlayacak repertuar dersi için gerekli tüm hazırlıklarımı tamamlamış bir şekilde heyecan içindeyim.Gözlerim ; kapının önünde belirecek gölgeyi görmek arzusunda, kulaklarım ise gıcırdamasıyla irkildiğimiz gri kapıda.. Az sonra, kapının önünde beklediğim gölgeyi yakalıyorum, kapı aralanıyor , do ve re notalarından ibaret gıcırtı sesini duyuyor kulaklarım.Sanki odaya keskin bir ışık yayılıyor,sanki dört duvarla çevrili sessiz derslik bir anda benim ve tüm öğrencilerin kalplerinden çıkan ahenkli bir melodinin ritmini dinliyor..

Bu ışık ; Musikinin ışığı!

Bu heyecanlı kalplere ait canlı ritimin kaynağı ise ; musikinin ışığını içimize yansıtan, biz öğrencilerini bir an olsun yalnız bırakmayan, bilgi birikimiyle,anılarıyla bizleri donatan, üstün musiki zevkinden öğrencilerini yoksun bırakmadan engin tecrübeleriyle bizleri aydınlatan, “hocaların hocasından eğitim almanın ”zevkini bizlere tattıran, yardımlarını asla esirgemeyen, gücüyle bizleri besleyen, yaşama sevincimiz Prof.Dr.Nevzat Atlığ!

Evet, on iki numaralı derslikten içeri giren, repertuar dersini başlatacak olan büyük ışık Nevzat Atlığ Hocam. Bir çok arkadaşım Nevzat Atlığ Hocam’ı ilk kez görecek,tanışacaklardı ,bazı arkadaşlarımın da onu belki de ikinci görüşleriydi. Ben çok şanslıydım.Çünkü Nevzat Atlığ Hocam’ı ilk kez görmemenin de mutluluğunu yaşıyordum. “Onu ilk gördüğüm zaman cümlesini”kuramıyorum.Hatılamıyorum.Nevzat Atlığ Hocam ailemin bireylerinden farksızdı.Dünyaya gelip gözlerimi açmadan önce bile bir şekilde ruhum onun varlığından haberdardı. İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği korosun’da korist olan annem beni dünyaya getirmek üzere karnında taşırken konsere çıkıyor,nadide eserleri okuyor,ben de belki görünmüyordum ama Nevzat Atlığ hocamın yönettiği koroda eserleri onlarla birlikte söylediğimi düşünüyorum.Babam solo yaparken annemin karnına düzenli tekmeler atarak ben yine sahnedeyim mesajını ister istemez onlara veriyordum.Nevzat Atlığ Hocam’ı babam ile gitmiş oldukları bir Almanya konseri sonrasında evimizin kapısında “hoşgeldiniz” diyerek karşıladığımı anlatırlar.Dört yaşındaydım,böyle bir değerin varlığından habersiz saf çocukluk dünyamda kendimce oynadığım oyunlarla belki de bu bilinçsizliğim hoş görüyle karşılanabilir.Şarkı söylemeyi çok seven ben; şarkıları hep olmadık yerlerinde bitirmeden sonlandırır “devamını koroda söyleyecekler” derdim.O koro;
Hocam Nevzat Atlığ’ın şefliğini yaptığı İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosuydu.O koronun provalarına zevkle,sıkılmadan gittim. Bir çok sevdiğim eser o yıllarda zihnime ve gönlüme yerleşti.
Biraz daha büyümüş olmanın garip çocuksu gururuyla koronun verdiği ,her Pazar günü aralıksız bir şekilde,periyodik olarak devam eden,on beş günde bir değişen repertuarıyla büyüsüne kapılacağım konserlere gitmeyi istedim.Tekrarlarını da kesinlikle kaçırmadan izledim yıllarca.Nevzat Hocam kimi konserde ,üzerinde bej beyaz ceketi, elleriyle koroya verdiği nüans işaretiyle zarif bir martıydı gözlerimde.Onun idareciliğinin aksiyle korodan salona ve önden ikinci sırada oturan çocuk beni etkileyen büyülü sesinin içime verdiği hazzı,huzuru süslü cümlelerde kullansam belki de ifade edemem.O küçük müzik sever çocuk ben; o atmosferde şanslı bir sanatçı adayı, klasik türk musikisi seven bir birey olarak büyüdüm.Geleceğimi,mesleğimi,hayatımı o güzelliklerden beslenerek seçtim. Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nı okumak üzere karar verdiğimde,sınavı kazandığımda da ben zaten Nevzat Hocam’ı tanımanın sevincini yüreğimde çoktan hissediyordum.

MERVE UTANDI-2009/KASIM
----------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK İLE İLGİLİ HATIRALAR....

Ankara’da 1934 yılında eğitim gören Nevzat Atlığ; okuldan arkadaşlarıyla geniş ve büyük bir caddenin kenarında Gazi Mustafa Kemal’i görmek üzere beklemekteydiler.Büyük bir konvoy gözüktü.Atatürk üstü açık bir otomobille halkı selamlamaktaydı.Bir anda kalabalıkla hopluyorlar,zıplıyorlardı.Birlikte ağızlarından “Atam,bin yaşa,çok yaşa” gibi cümleler dökülüyordu.O yıl soyadı kanunu çıkmış;Türk milleti “Mustafa Kemal Paşa’ya”, “Atatürk” soyadını vermişti.

Nevzat Atlığ Hocam’ın Atatürk ile ilgili bir başka hatırası da şöyle:


Nevzat Atlığ’ın kitabında kendi özel cümleleriyle dile getirdiği annesi son derece aydın,zevkli,yenilikçi,çocuklarının mutluluğu için tüm güzellikleri yaşamalarına olanak tanıyan mükemmel bir anneydi.Üç kardeşin de bilgisini,görgüsünü arttırıcı,hoşça vakit geçirmelerini sağlayıcı fırsatlar arardı.

1937 yılının bir tatil günü Nevzat Atlığ hocam ile kardeşini özenle giyimleriyle,tepeden tırnağa pırıl pırıl hazırlamıştı anneleri..Zevkli olan anneleri çok sade ve abartısız makyajıyla hazırdı.Hep birlikte şimdiki Opera binasına gittiler,orada sergilenen hiçbir eşyaya dokunmamaları gerektiğinin de bilincindeydiler iki kardeş..Anneleriyle birlikte Atatürk’ün de bu sergiye katılacağının müjdesiyle heyecanla yola koyuldular.Atatürk Opera Binasın’dan içeri girdi.Nevzat Atlığ hocam çok heyecanlanmıştı.İçinden bir ses “Saçım sarı,göüzm mavi;belki Atatürk’e benzeyebilirim”diyor,yutkunamıyor,Atatürk’ün elini tutmak,öpmek,onun boynuna sarılmak geliyordu.

Atatürk zayıf ve halsiz görünüyordu.Anneleri:
“İnşallah Atamız en kısa zamanda sağlığına kavuşur,Allah sıhhat versin” derken,oldukça üzgün görünüyordu.

Tam bir yıl sonra Atatürk 1938 yılında vefat etmişti.Atamız’ın vefatını radyodan öğrenen ortaokul öğrencisi Nevzat Atlığ ; çevresindeki herkes gibi bu acı haberle gözyaşlarına hakim olamıyordu.
--------------------------------------------------------------------
Nevzat Atlığ biyografi
(14 Ekim 1925)

Edirneli bir aileden olan babası Albay Nazmi Atlığ’ın görevli bulunduğu Denizli’nin Sarayköy ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimlerini Ankara, Edirne ve Antakya’da tamamladı. 1943’te girdiği İstanbul Tıp Fakültesi’nden 1949’da mezun oldu. Keman çalan babasının tertiplediği toplantılarda ilk müzik zevkini ve bilgilerini aldı. On beş yaşlarında keman öğrendi. Ankara Radyosu’nun yayınlarından büyük istifadeler sağladı. Yüksek öğrenimi sırasında, Ercümend Berker’in yönetimindeki Üniversite Korosu’nda keman çaldı ve İbnülemin M. Kemâl İnal, Ekrem Karadeniz ve H. Sühâ Gezgin’in evlerinde yapılan meşklere katıldı.
1948’de Üniversite Korosu’na şef oldu ve on yıl aralıksız yönettiği bu koroyla, İstanbul, Ankara ve Kıbrıs’ta birçok konser verdi, radyo yayınlarına katıldı. Askerlik görevinin ardından 1952’de İstanbul Belediye Konservatuvarı öğretmenliğine, 1953’te Konservatuvar İcra Heyeti şefliğine ve İstanbul Radyosu yöneticiliğine atandı. Aynı yıllarda Üniversite Korosu’nun yanısıra İstanbul Radyosu’nda Küçük Koro’yu yönetti. 1954’te, İcra Heyeti’ndeki görevinden istifa etti. 1955’te Mesud Cemil’in Bağdad Konservatuvarı’na gidişiyle İstanbul Radyosu müdürlüğüne getirildi. Mart 1958’de Radyo müdürlüğünden ayrıldı ve Belediye Konservatuvarı’ndaki görevine dönerek solfej ve nazariyat öğretmenliği, sanat kurulu üyeliği ve başkanlığı gibi görevler üstlendi. 1963’te Mesud Cemil’in vefatının ardından devraldığı Klâsik Koro’yu 1976’ya kadar yönetti.

1972’de TRT Yönetim Kurulu’na seçildi. 1975 öncesinde Yılmaz Öztuna ile Milli Eğitim Bakanlığı Türk Musikisi Araştırma ve Değerlendirme Komisyonu’nu kurarak Türk Musikisi kalsiklerinin notalarıyla Sadeddin Arel’in Türk Musikisi Kimindir? adlı eserini yayınladı ve Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun kuruluş temellerini oluşturdu. Bir süre vekâleten başkanlık yaptığı İTÜ Devlet Konservatuvarı’nın yeniden yapılanmasını sağladı. Kültür Bakanlığı ve YÖK’ün ortak kararıyla 1985’te profesör, 1987’de Devlet Sanatçısı unvanlarını; 1998’de ise Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’nü kazandı.

1995’ten itibaren İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’ndaki öğretim üyeliğiyle Devlet Korosu’ndaki şeflik görevini birlikte yürüttü. Yurtiçinde ve yurtdışında çok sayıda konser, TV ve radyo programları, plak, kaset ve CD çalışmalarından başka elli kadar nota fasikülünün yayınını gerçekleştirdi. İstanbul Devlet Korosu’ndan emekliye ayrıldığı 1999’da, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı tarafından 50. Sanat Yılında Prof. Dr. Nevzad Atlığ; 2004’te, Nevzad Atlığ / Musikimizle Övünmemiz İçin isimli adına yazılan kitaplar yayınlandı. Halen, İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nda öğretim üyesi olarak görevini sürdüren Nevzad Atlığ, Vedia Atlığ (Kasaymirza) ile olan evli olup Bülent Atlığ (d. 1952) Nihan (Atlığ) Simpson (d. 1960) isimli iki evlât ve dört torun sahibidir.
--------------------------------------------------------------------

MERVE UTANDI’DAN BİR GÖRÜŞ

1985 yılında beş yaşında bir küçük kız ;Atatürk Kültür Merkezin’de Şef Prof.Dr. Nevzat Atlığ yönetimindeki İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun konserlerini her hafta Pazar günü tekrarlarını da kaçırmadan; salonun açılıp kapanan kırmızı koltuklarında küçücük bedeniyle,zevkle, kimi zaman da duyduğu ilahi seslerin büyüsüyle gözlerini kapatarak, gelecek için hayallere dalarak sıkılmadan seyrediyor...

Yıllarca vazgeçilmez bir tiryakilikle gidip geliyor... Nevzat Atlığ Hocamız emekli oluyor, ama konserler öyle bir bağımlılık yapıyor ki ruhunda küçük kızın, 2005 yılına kadar bu koronun konserlerini “B 21” numaralı koltukta izliyor..

Konserler halen devam ediyor,ama o küçük kız artık Pazar günlerinin büyük alışkanlığını bırakmak zorunda kalıyor,çok zorlanıyor,sonrada:
“ konserleri izleme serüvenim yirmi yıldı, hiç de az bir süre değil” diyor, kendince haklı sebeplerle...

O küçük kız büyüyor ve musiki’nin büyük ışığı dediği Nevzat Atlığ Hocas’ı onun öğretmeni,şefi,fikir danışabileceği bir dede sıcaklığıyla yanında oluyor..O küçük kız şimdi büyük hocasının önünde saygıyla eğiliyor.Allah sizi başımızdan eksik etmesin..

Merve UTANDI-2010 Şubat