31 Ekim 2010 Pazar

ANTAKYA (HATAY)



Antakya’ya ilk gittiğim zaman üç yaşlarındaymışım.Halam ,eniştem , kuzenlerim ile ilk kez o zaman karşılaşmışım.Halam elimden tutmuş ve “Merve bak, bu çocuklar senin kuzenlerin,haydi oynayın birlikte bakalım ” diyerek bizim birbirimizle kaynaşmamızı sağlamış.

Ben o ilk karşılaşma anımızı, Antakya’ya ilk gelişimi doğal olarak çok küçük bir yaşta olmamdan dolayı hatırlayamıyorum.

Daha sonraki yıllardaki ziyaretlerimiz biraz daha net görüntülerle belleğimde..

Bu satırları yazarken bile gülüyorum, dedemlerin evinde kaldığımız süre içerisinde kuzenim ile yaptığımız muzurlukları, saatlerce oynadığımız yaratıcı oyunları unutmak mümkün değil. On sekiz saati bulan otobüs yolculuğumuz sonrasında otobüs terminalinden dedemlerin evine yaptığımız kısa yolculuk bana çok uzun gelirdi ; hemencecik beni sabırsızlıkla bekleyen kuzenime kavuşmak isterdim.Bıraksalar sokaklarını çok iyi bilmediğim bu şehirde kendimce büyük adımlar atarak hızlıca koşardım belki de.

Eve vardığımızda heyecan içinde bizi bekleyen bir isim daha vardı.Rahmetli babaannemin gözlerinin içi parlardı karşısında bizleri gördüğü zaman.Kapı açılırdı,burnuma gelen nefis Antakya yemeklerinin kokusunu halen duyuyor gibiyim.Bir sürü değişik lezzetteki yemeklerin kokusu öyle bir ahenkle birleşirdi ki etkisinden kurtulamazdım orada kaldığım süre içerisinde sürekli mutfaktaki divanda oturmayı tercih ederdim.

Babaannem tüm Antakya yemeklerini bizim için günler öncesinden hazırlardı.Gittiğimizde onların hepsini yemeden İstanbul’a dönmemiz imkansızdı.Dönüşümüzde de elimizde mutlaka içi yiyeceklerle dolu bir koli olurdu.


Yeşillik denilince aklıma dedem gelir.Sıradan bir maydanoz,basit bir demet nane ; sanki dedemin elindeki porselen beyaz tabağın içinde izlemeye doyamayacağınız bir sanat eserine dönüşürdü.

Dedem mutfağın bir maskotuydu sanki,akşam saatlerinde yemek hazırlığı karmaşasında o; mermer mutfak tezgahının dar bir köşesinde yayvan,yuvarlak,eni geniş bir kabın içerisinde zarif ölçülerle dizdiği malzemeleri cok ciddi bir tavırla sırasıyla karıştırır,önceden makinede çektiği özel eti de son olarak kaptaki karışıma ilave eder ve uzun bir süre tümünü yoğururdu.Sarı köftelik bulgur,her iki dakikada bir renk değiştirir gittikçe sarıdan tarçın rengine,tarçın renginden koyu kiremit rengine terfi ederdi.Bu renk değişiminde kırmızı acı biberin ve acı biber salçasının rolü çok büyüktü.

Tam bitti zannettiğinizde dedem eline bıçağı alır, özenle yoğurduğu karışımın içinden etin sinirlerini tek tek çıkarırdı.

Bu aşamayı da geçince bir bahaneyle mutfağa girer,dedemin yanına uğrar, “Al bakalım kızım” sesini duyuncaya kadar beklerdim.Dedem mutlaka ilk şekillendirdiği köfteyi bana verirdi,tuzlu mu olmuş,sert mi olmuş diye bir küçük gurme olarak tadardım çiğ köfteleri...İlk tadışımda devam onayını alırdı dedemin sanatlı çiğ köftesi.Gerçekten o lezzette çiğ köfte yapan yok şimdilerde.Tabağa dizerdi sonra o minik topları,yeşilliklerin yanında o nasıl bir renk uyumuydu,anlatamam..Benim çiğ köfteye olan tutkum,koyun etini reddetmeden yiyebiliyor olmam rahmetli dedemi çok sevindirirdi çünkü kuzenlerim koyun etini yemedikleri gibi,dedemin lezzetti çiğ köftesini de yemezlerdi...

Yemek yemediğimiz zamanlarda kuzenimle saatlerce odaya kapanırdık,birgün gazete çıkarırdık, sayfaları kırtasiyede fotokopi ile çoğaltır,kendimizce oyuncaklarımızdan seçim yaparak,gazeteyle oyuncakları mahalledeki çocuklara dağıtırdık,bu ciddi işimiz bitince barbielerimize küçük ceviz dolabın içine iki katlı ev döşer,babaannemin dikiş makinesinde artık kumaş parçalarından bebeklere elbise dikerdik, bu dikme işlemini babaannemden dikiş makinasını kullanmayı öğrenen küçük kuzenim gerçekleştirirdi.Biz hiç tartışmadan ,birbirimizi kırmadan,zamanın nasıl geçtiğini anlamadan saatlerce eğlenirdik.Bahçede doğayı keşfe çıkar,karıncaların yuvalarına yaptıkları telaşlı seyahati gözlemlerdik.Bazen Beybi şirkertinde çalışan teyzemin bize getirdiği beybi balonlarını renk renk balkondan aşağıya atar,çocuklara dağıtırdık.Hatta bir dağıtım günü işi abartmış olmalıyız ki bir grup çocuk evin kapısına gelmişti.Yeşil eriği çok severdik çekirdeklerini muzurca bahçedeki koyunlara atardık.Çocukluk işte...

Yer yatağı hazırlarken halamın oda kapısından seslenerek “Çarşafı tek kişi serer” cümlesini unutamam,benim misafir oluşumdan dolayı ev sahabi zerafeti ile söylenen bu sözün manasını yıllar sonra anladım..Gece yer yatağında taklalar atar,doğaçlama sözleri,o an besteler kasede çekim yapardık,ben mini konserler verir,ardarda söylediğim şarkılarla susmak bilmezdim.O dönemler repertuarımda Selahattin İçli Hocam’ın Hüseyni makamındaki “ Zeytin Gözlüm” şarkısı,İsmail Baha Sürelsan’nın Acemaşiran makamındaki “Gönlüm düşüyor çırpınarak” adlı şarkısı,Ferit Sıdal’ın Rast makamındaki “Bir gönül vardı bende” şarkısı, Selahattin Altınbaş’ın Hüzzam makamındaki “Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini ” adlı şarkısı yer almaktaydı.Genelde en keyifli anlarımızda büyük kuzenim oyunumuzu bozmak için aramıza katılırdı.Başlarda bizden yaşça büyük olan kuzenimi aramıza almak istemezdik,sonra garip bir acıma hissiyle onu oyuna dahil ederdik,kısa süre sonra pişman olurduk,çünkü o her seferinde oyunumuzu bozardı,bazen en sevdiğimiz bebeği ameliyat etme isteğiyle bizi kandırır,bebeğin parmaklarını kopartırdı,bazen de iskambil kağıdı oynarken biranda kağıdı ellerimizden düşürür desteye karıstırırdı.Çok kızardık,sinirlenirdik,kendi aramızda şifreli konuşurduk..

Eniştem’in arabasıyla yaptığımız yakın çevre gezileri de unutulmaz bir zevkti benim için.Antakya’nın tarih kokan sokakları,arabanın teybinde çalan Lübnan’lı meşhur şarkıcı Fariuz’un şarkılarıyla daha da bir anlam kazanırdı.

Babaannem ve dedemin vefatının üzerinden sekiz yıl geçti..

Ben yıllar sonra tekrar Antakya’ya gitme hazırlığı içerisindeydim.Ve o gün geldi..Değişik bir duygu yoğunluğuyla uçağımız Antakya Havalimanına iniş yaptı.Sekiz yıl önce Antakya’da bir havalimanı yoktu,bu gelişme aslında çok güzel bir gelişme.



İster istemez uçağın içindeyken yemyeşil fıstık ezmesini andıran Antakya’nın Amik Ovasın’daki kare kare tarlalarını kuşbakışı görmek bile beni duygulandırmaya yetmişti.Hani “ suyu,soluduğunuz havası bile başka!” derler ya bir şehri tanımlarken o şehrin yaşayanları,ben de Antakya’nın ılık rüzgarının tenime merhaba diyen esintisiyle bunları hissettim.Eniştemin arabasına bindiğimde yüzümde farklı bir ifade vardı.Değişim sadece çevredeki binaların artışı ve arabanın modelindeydi.O eski günledeki gibi gür sesli eniştem yine direksiyondaydı, Fairuz’un su gibi akan sesi kolonlardan son derece net kulaklarımızda çınlıyordu,eniştemde Fairuz’la birlikte düet yapmaktaydı adeta..Halam gelişimizden son derece mutluydu..Kuzenim iş yerinde olduğu için o karşılayamıştı bizi.Bakalım bu gelişimde hangi oyunları oynayacaktık birlikte ,gerçekten çok heyecanlıydım...

Halamın evinden içeri girdiğimde rahmetli babaannemin de bir yerlerden bizim eve giriş anımızı izlediğini düşündüm.Sanki sevincini halama ışınlamıştı,babaannemin rolünü ,yaptığı onca hazırlığı halam yüklenmişti..

Çok güzel lezzetleri uzun bir aradan sonra tekrar tadabilmenin mutluluğuyla birçok mekanda büyük bir zevkle yemeğimizi yedik.Kaldığımız süre içerisinde halamın hazırladığı keyifli,bitmesini istemediğim kahvaltıyı,eniştemin erkenden uyanıp aldığı sıcak puf ekmekler süsledi.

Taptaze meyveleri tokluk hissine aldırmadan yedim..

Çiğ köfteyi yeşilliğe sararken ister istemez gözlerim dedemi aradı,gayrı ihtiyari kulaklarını çınlattım.O lezzeti tabiki yakalayamadım.

Antakya’nın dar sokaklarını, Habib-i Neccar Camii’ni, Eski Sabunhane’yi ( şimdiki Savon Oteli), Saint Pierre Kilisesi’ni, ipek eşarp,şal satan dükkanları,defne şampuanın ve kalıp zeytinyağı sabunlarının bulunduğu küçük dükkanları, Harbiye’yi, Antakya Şehir Kulubün'ü, Antakya Oteli'ni,Saklı Ev'i, dünyanın ikinci Mozaik Müzesi’ni, Asi Nehri’ni, Adalı Konağı’nı ve daha ismini saymadığım birçok yerini gezdim.

Bazı aile büyüklerini de ziyaret ettik..

İlk olarak dedemlerle yıllarca aynı apartmanda oturan babamın halası Bedia Hala’ya uğradık.. Apartmanın önüne geldiğimizde gözyaşlarıma hakim olamadım.İlk baktığım dedemlerin balkonu oldu..Yaptığımız her eylem bir film şeridi gibi hızlıca akıp geçti gözlerimden..Seslenmek istedim,koca bir yumruk oturdu boğazıma..Onlar;babaannem ile dedem maalesef artık orada bulunmuyorlardı.Bedia Hala’nın boncuk gözlerinde bir an dedemi gördüm.Evin şekli,döşenme stili babaannemlerin dairesinin ikizi gibiydi.Odaları tek tek gezdim.Çocukluğumda penceren baktığımda gözlerimin gördüğü resim tamamen farklıydı.Büyük bir değişim geçirmişti mahalle,balon dağıttığımız çocuklar çoktan büyümüş her biri anne,baba olmuşlardı belki de..

Yaşına rağmen mutfağının temizliğini,raflara dizmiş olduğu pırıl pırıl cam bardakları herkesin görmesini arzu ederdim.Antakya kahvelerimizi yudumlarken;Bedia halamızın çok tatlı sürpriziyle karşılaştık.Biz geleceğiz diye sütlaç hazırlamış.Afiyetle yedik...

Duygulu ziyaret,kuzenimin telefonuyla şekil değiştirmişti..

Kuzenimle haytalı yemek için yola koyulduk,çok doymamalıydık akşama oruk(içli köfte)yiyecektik çünkü..

Haytalı’nın açılımını yazmamda fayda var gibi.Bildiğimiz su muhallebisi küp küp parçalara ayrılıyor,dondurma kaplarına konuluyor,üzerine pembe gül suyu dökülüyor,son olarak da buz parçaları ilave ediliyor,isteğe göre dondurma koyanlarda var.Naturel hali benim damak zevkime göre en güzeli diyebilirim..






Antakya’daki yemekler saymakla bitmiyor..

Biberli ekmek ,kaytaz böreği, katıklı ekmek,lahm-il varka,oruk,kısır,cevizli biber,tuzlu yoğurt,künefe,humus,külçe,şıhılmahşi,kake,hurmalı kuabiye,Hambolez meyvesi,alıç,Antakya çiğ köftesi(kavrulmuş kıymalı),kıleyde biber,tuz ve kimyon eşliğinde yediğiniz ince simit,frig pilavı hatırladıklarım arasında..

Antakya’ya sekiz yıl aradan sonraki bu gidişimde biraz daha büyümüş olmanının olgunluğu ile kuzenimle oyun oynayamadık.Büyük kuzenimden de kaçmamıza gerek kalmamıştı bu sefer...Çünkü oyunlarımızı bozan,tahripçi, büyük kuzenim zaten hepimizden daha önce büyüdüğü için evlenmiş,çocukları ile oynamak için İstanbul’a yerleşmişti.

Bir gece kuzenimle aile albümünden resimlerimize baktık, iki katlı barbie evine çevirdiğimiz sihirli ceviz dolap ise şimdi kuzenimin öğretmenlikle ilgili dosyalarını taşımakta.

Yer yatakları çoktan hallaca gönderilmiş,oyuncaklar sanki kütüphanenin arkasında bizi bekliyorlar görünmez bir şekilde...Keltoş; kuzenimin en sevdiği bebeği,tahripçi kuzenin ameliyatına rağmen kesik parmaklarıyla o odada güler yüzüyle beklemede...

Hüzünle sevinci,kavuşmayla ayrılığı yaşadığımız Antakya’dan ayrılma anımız gelmişti ne yazık ki!

Veda ederken tek tek sırayla ; halamı, eniştemi, kuzenimi öptüm, uçağa bindiğimde halen Fairuz’un “Le Beyrut” şarkısı kulaklarımda yankılanırken İstanbul’a dönüş yapan uçağımızdan bir kez daha Antakya’ya bir kuşbakışı bakış attım...

Fıstık ezmesi tarlalara,bulutların arasından bereket yağmurları diledim..

Zeytinler yeşermeliydi ki köylü kazancına kazanç katsın,zeytinler yeşermeliydi ki ben çiğ köftemin keskin acısını saf Hatay zeytinyağı ile yumuşatabileyim...


MERVE UTANDI

28.10.2010


Antakya gezimle ilgili detay fotoğraflar:)

1 yorum:

  1. Canım Mervem çok duygulanarak okudum. Hayat böyle işte.😢 Elde kalan sadece güzel anılar

    YanıtlaSil